3 Ağustos 2008 Pazar

 

GORDON SUMMONER İÇİNİ DÖKERKEN


…ben de o bahsettiği Billy’yle hemen hemen aynı yaşlardaydım. O bu adı kullanmıyor, ama ben teyzemden mutfak masasında Ten Summoner’s Tales’deki ‘Summoner’ kelimesinin onun asıl soyadı olan ‘Sumner’ olduğunu öğrendiğimde, Sting’in The Soul Cages kasedi henüz rafta yatıyordu. Sting’in, asıl adıyla Gordon Sumner’ın acıdan, ölümden ve umudun nasıl bir şey olduğundan bahsettiği bu tematik albüm; popüler müziğin en tanınan müzisyenlerinden birinin ruhsal dünyasının tam da köklerini açıyor dinleyene, hem de tüm sembolizmine rağmen bir İngiliz’den beklenmesi zor bir açık sözlülükle.Sting’in resmettiği çocuğun babası tersane işçiymiş ve bir iş kazası sonrasında ölmüş. Açılış parçası bunu anlatıyor. Haftanın altı günü köle misâli çalışıp, her gece içkisi önünde hayal kurarmış adam. Yıllarca çalıştıktan sonra görüp göreceği de “şu iş kazası dedikleri mekanizma” tarafından ıskartaya çıkarılması olmuş. Albüme ismini veren ‘kafeslerden’ birinin içinde gemi resmen sindirmiş adamı; neden mi bilinmez. Gerisi malum tabii; şirketten bir kaç haftalık ömrü kaldığını söyleyen kuru bir doktor raporu, üç kuruş da tazminat gelmiş.


Sting; The Soul Cages’dan önceki albümü Nothing Like the Sun’ın kayıtları sırasında kanser hastası annesini ve turnesi sırasındaysa da babasını kaybetmiş. Her ikisinin de ölümünde yanlarında olamadığı gibi; annesinin cenazesine de, tören bir medya panayırı haline gelmesin diye kasten katılmamış. Bu sebeptendir ki English Man in New York ve Fragile gibi klasikleri içinde barındıran Nothing Like the Sun albümünü annesine, bazı şarkılarını doğrudan şahsına itafen yazdığı The Soul Cages’ı da babasına adamış. Bir insanın “anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” sorusuna verebileceği en güzel yanıt olsa gerek bu iki albüm.

Sting albümlerde bol bol ölümden, acı çekmekten bahsederken ve bir yandan da onca çamurun içinde yüzü gözü kir içinde kalmış bir de umut gösteriyor dinleyene. Bu aklıma şunu getirdi: Sting’in internette dinleyicilerle yaptığı bir sohbet toplantısında bir dinleyicisi; geçmişte okuduğu bir ropörtajında Sting’in “mutluyken yazamam” dediğinden bahsediyor. Buna cevaben söyledikleri, gerçekten en karamsar albümleri olan Nothing Like the Sun’da kendini hayli hissettiriyor: “Bu sözler sanırım gençliğimdeki halet-i ruhiyemi yansıtmış. O dönemlerde yaratıcı olmak için krize, gerilime ihtiyaç duyardım. Şimdiyse durum böyle değil; artık yaratıcı olmak uğruna insanın tüm ömrünü feda etmesi gerektiğini düşünmüyorum. Yaratıcı olacağıma mutlu olayım daha iyi; öte yandan bu ikisi pekala beraber de vücut bulabiliyor. Sting’in bu iddiayı yeterince kanıtlamış olduğuma inanıyorum. Bahsettiğiniz sözler karamsar bir gence aitti.” Sting şu anda 53 yaşında.

Görünüşte The Soul Cages’ın parçalarının çoğunluğu ağır, hüzünlü ve sıkıntılı duygular yaşatıyor; fakat albümün daha tempolu ve rock stiline daha yakın parçalarıyla diğer hüzünlü olanlar öyle dizilmiş ki, dinleyene verilen ruhsal hava parçadan parçaya renk değiştiriyor. Aynı anlayış parçaların kendi içlerinde de var. Özellikle açılış parçası Island of Souls ve kapanış parçası When the Angels Fall’un dalga dalga hissettirdiği çaresizlikten umuda geçiş; buradan umutsuzluğa düşüp, tekrar çıkmaya çabalama albümün üstüne kurulduğu iskelet gibi sanki.

Aslında The Soul Cages’i iki şekilde tasvirlemek yerinde olacaktır: Dinleyici parmaklarından her birini albümdeki parçalar kabul edip, sağ elini çamura batırsın örneğin. Çamur kuruyunca parmaklarını, diğer elininkilerle birbirine geçirsin. İşte parmakların bu görüntüsü parçaların albümdeki dizilişine benziyor. İkinci olarak da çok sıkıntılı, hazin bir siyah- beyaz filmde, mesela Spielberg’in Schindler’in Listesi’nde bir tek kişinin, küçük bir çocuğun sırtında kımızı bir palto ile ortalıkta dolaştığını hayal etsin. O küçük çocuğu hem sözlerde, hem de müziğin armonisinde bulabilir dinleyici. Tabii yine hem albümün genelinde hem de parçaların tek tek içlerinde bulabileceğiniz bir detayı daha hatırlatmak gerek: kırmızı palto ve sahibi Schindler’in Listesi’nde en son, toplu cesetlerin arasında görülüyor!

Komiktir ki, Sting’in ölüm temasıyla birlikte dinleyicisine açtığı bu ağır albümü keşfetmem için, dandik bir yazlık diskosunda bulunmam gerekiyormuş. O kadar paldır küldür tekno müzikten sonra tam romantik parçalar çalınacak da hoşlandığım kızla dans edeceğim diye düşünürken diskonun DJ'i (ki yakınlarım o adamı hala aramaktadır); Yeşim Salkım'ın üstüne damdan düşer gibi bu albümden Mad About You'yu çalmış, bu da pedagojik gelişimim açısından son derece sakıncalı bir kültür şoku yaşatmıştı bana.
Neyse ki şoku atlatır atlatmaz albümü evdeki raftan aldım ve alış o alış. On yıldan daha uzun süredir elimin altında olan bu tematik çalışma, aklıma içindeki müziğin tamamında hissedilen belli bir rengi getirir hep. Ne kadar renk değiştirirse değiştirsin, ağırlık hep bu renktedir. Öyle ki; albümün bu rengi kokusunu, ısısını dahi atlamayacak kadar yoğun hissettiriyor insana; doğuştan görmeyen birine bile bu şarkılarla bu renk anlatılabilir: Gri. deniz, gök, martılar ve ilk parçada bahsedilen küçük Billy’nin birlikte büyüdüğü o koca geminin gölgesi:

 

“Billy was born within sight of the shipyard/ First son of a riveter’s son/and Billy was raised as the ship grew in shadow/ Her great hull would blot out the light of the sun”


“Şu tersanenin yamacında doğmuş Billy/ İlk oğluymuş babasının, perçincinin oğlunun.
Billy büyümüş ya; gemi de büyümüş uzaktan, uğursuz./Koca gövdesi ne güneşi göstermiş, ne de ışığını”

Uğursuz muğursuz, kurşunî ya da mavi; gemiler ve denizden sevdalısı olarak bahsettiği kesin Sting’in. Kendisi kirli, insanı duyarsız bir sanayi şehrini tasvir ederken, hayalini kurduğu dünyayı da tersyüz edip anlatmış oluyor aslında tüm albüm boyunca. All This Time gibi laylaylom, Jeremiah Blues gibi tempolu, hatta ‘funky’ parçalarla alayla; ya da The Wild Wild Sea, When the Angels Fall gibi ritmi uçuşkan, armonisi karışık manik depresif parçalarla gerçekçi şekilde yapmış bu işi.

Üzerinde uğraşılmış, başından sonuna ‘anlatan’ bir albümü dinlediği zaman, insan bunda emeği geçmiş olan sanatçılara daha farklı bakmaya başlıyor. Dinlenilen müzik samimî, dürüst olunca dinleyeni de anlatmak istediği hikâyeye daha farklı bir güçle çekiyor. Dinlenen her parçada çalınan müzikten, yazılmış söze, seçilmiş müzisyenlere kadar bu samimiyeti, ‘çabayı’ hissediyor insan. The Soul Cages insanı külahını önüne koyup bir güzel düşünmeye itiyor ve tabi bir de saygı duymaya.
Not: : Bu albümle ilgili yazılmış güzel bir yazı için:
http://student-www.uchicago.edu/~rascalzo/arch/palace/conservatory/topten/soulcages.html

 

***

Doruk ERPEDEN

2006

 

Hiç yorum yok: