12 Haziran 2009 Cuma

TEŞEKKÜRLER BAY WRIGHT !

Aşağıda okuyacağınız yazım heavy metal ağırlıklı rock dergisi Electric'in Kasım 2008'de çıkan 2. sayısında yayınlandı. Dergi şu anda çalışmalarına ara vermiş görünüyor; ancak yazımı yayımlayan ilk basılı dergi olan Electric'in, gelecekteki çalışmalarında da elimden geldiğince yanlarında olacağım.

Müzisyenlik döneminde yaşadıklarından bahserken bir yakınım, gümbür gümbür çaldıkları bir konserin arasında hatunun birinin gelip basçılarına “sen niye hiç çalmıyorsun” dediğini anlatmıştı bana bir keresinde. Hayır, ses sisteminde hiç bir sorun yokmuş; sadece (ki bu bir erkek de olabilirdi, seksizme hayır!) yüzeysel dinleme alışkanlığı olan bir seyirci, ön planda çalan şarkıcı ve gitariste kendini fazlaca kaptırıp, müziği sırtında taşıyan alt yapı enstrümanlarından birini, bilmeden de olsa yok saymış.

Ön planda, dik seslerle, ana melodileri ya da soloları çalanlar genelde daha çok kişi tarafından dinlenir; bir çok kişi tarafından da müziğin tamamının bunlardan ibaret olduğu sanılır. Sadece basçılar değil; klavyeciler, geri vokalistler, ya da diğer eşlikçiler de bu “sen niye bir şey çalmıyorsun” meselesinden zaman zaman muzdarip olurlar; özellikle fazla solo atmak derdinde düşmeden, müziğin alt yapısına, bütünlüğünü korumaya daha çok kafa yoranlar. Bu durum Pink Floyd gibi krallar topluluklarında bile zaman zaman ortaya çıkıyor; klavyeci Rick Wright bile böyle bir zaafa kurban gidebiliyor.

Klavyeci Richard William Wright öldü....

Müzik yaşamını otuz yıla yakın (1967–79) – (1980-94) üyesi olduğu Pink Floyd’la özdeşleştirmiş olan Rick Wright; grubun değeri hakettiği kadar bilinmemiş tek üyesi olmalı. Grup arkadaşlarının, hattâ kendisi için “ya o ya ben” diyerek gruptan bir süreliğine ayrılmak zorunda bırakılmasına neden olan basçı Roger Waters’ın bile kabul ettiği bu gerçeğe rağmen Wright alçakgönüllüğünden son âna kadar vazgeçmeden çalışmaya devam etmişti. Bu alçakgönüllülük yalnızca davranışlarında ve tavırlarında değil; aynı zamanda enstrümancılığında da kendini ortaya koymuştu.

Biyografi? Wright’ın doğum tarihini, diskografisini, ölüm yerini, çoluk-çocuğunu… Internet’te bu tür şeyleri buradan çok daha kolay bulabilirsiniz. Burada okuyacaklarınız biraz daha farklı cümleler olacak...

Birlikte, grupça yapılan her türlü çalışmada dikkat isteyen önemli bir konu vardır ki herkes bunu gayet iyi bildiğini düşünür. Özellikle müzikte bir çok müzisyen tarafından aslında görmezden gelinen bu konu; bir çok grubun da bir numaralı dağılma nedenidir:

Sorumluluk, saygı.

Birlikte çalan insanların hem müzikal, hem de sosyal davranış açısından biribirine saygılı davranması grupların ayakta kalmasını sağlayan bir dayanak. Bunun resmî bir eğitimi de muhtemelen yoktur. Başkalarıyla çalarak, tecrübe sahibi olarak, müzisyenin diğer müzisyenlerin dilini, karakterini, bakış açısını öğrenmesiyle kazanılan bir özelliktir bu; ki zaman ve olgunluk gerektirir. Rick Wright’ın Pink Floyd’a kattığı en sağlam özellik de klavyecilikten önce, bu insanî tavrıyla ortaya koyduğu dengeleyicilik olmuştur. O ne Syd Barett gibi grubun daha ilk yıllarında kendini uyuşturucuya kaptırıp müzik yapamaz hâle getirmiş; ne de basçı Roger Waters gibi önce kendisinin gitmesi için grup arkadaşlarını Wall’un prodüksiyonunu bırakmakla tehdit edip sonra da bütün gruba “Pink Floyd ismini kullandıkları için” dava açma yoluna gitmiştir. Her hikâyenin iki yüzü olduğu doğru; ama galasına bile katılamadığı “The Wall” filminin ardından, Wright’ın grubun kendisi olmadan çıkardığı tek albüm The Final Cut’ı kaydetmesi sonrasında, Waters’ın ayrılmasıyla birlikte yeniden Pink Floyd’a çağrılması; ondört yıl (en azından basına yansıyan) bir sorun yaşamadan grupla çalışmaya devam etmesi, Pink Floyd’daki belki en olgun ve anlayışlı üyenin kendisi olduğunu gösterir.

Enstrümancılıkta en zor olan işlerden biri, özellikle de doğaçlamaya açık grup müziklerinde; yapılan işin amacından sapmadan, enstrümancılık gösterisini müziğin önüne geçirmeden çalabilmek olmalı. Pink Floyd gibi ünlü bir grubun klavyecisi (geçmiş yıllarda caz da çalmış olduğunu unutmamak gerek) olup halâ ön plana çıkmadan, ağırbaşlı ve diğerlerine saygılı bir üslupla çalmak gerçekten her müzisyenin harcı olmasagerek. Beste-altyapı anlayışında da aynı anlayışı ortaya koyan Rick Wright, grubun Syd Barrett, gitarist-vokalist David Gilmour ve basçı Roger Waters’tan sonra gelen bestecisi.

Eski adıyla “The Pink Floyd Sound”’un davulcu Nick Mason ve daha sonra kanlı-bıçaklı olacakları basçı Roger Waters’la birlikte kurucularından olan Rick Wright, gerçi grubun çeşitli dönemlerinde See-Saw, Paint Box, Remember a Day gibi parçaları bestelemiş, grubun belki en bilinen albümü The Dark Side of the Moon’a Us and Them, The Great Gig in the Sky gibi incileri armağan etmiştir. Fakat klavyecinin konsantrasyonu grubun da geçirdiği evrimle birlikte yavaş yavaş bestecilikten çok yeni ses dokuları üretmeye, grubun müziğini bu dokularla çevrelemeye kaymıştır. Pink Floyd’un “Psychodelic” diye ifade edilen bu uçuşkan müzik akımının öncülerinden olmasının bu açıdan en önemli etkenlerinden biri bu nedenle Rick Wright olmuştur. Wright’ın doğrudan bestecisi sıfatını taşımadığı, ancak katkısının hem bu ses dokusu anlayışıyla, hem de armonik bakış açısıyla çok büyük olduğu geri kalan hemen hemen tüm PF parçalarında hissedilir haldedir. Bu arada, Wright’ın sık sık geri vokal yaptığı PF parçalarının bazılarında ana vokalleri de üstlendiğini hatırlatalım.

Pink Floyd Dışında

Biyografisinde Wright’ın Pink Floyd’dan önce, Pink Floyd’dan “ayrı düştüğü” dönemde ve grubun dağılmasından sonra yaptığı çeşitli çalışmalar da doğal olarak mevcut. 70’lerin başlarında Syd Barrett’la yaptığı birkaç çalışma ve 2000’lerde gitarcısı David Gilmour’la çıktığı turne, kaydettikleri konser kayıtları ve sanatçıya eşlik ettiği iki albümün yanında Wright’ın gitarist Dave Harris’le ikili olarak Zee adı altında çıkardığı Identity adlı bir albümü var. Wright The Wall’un çalışmaları sırasında Walters’la yaşadığı tatsızlıklardan önce “Wet Dream” adlı bir solo albüm de çıkarmış; ama benim dikkatimi en çok 1996’da, PF’in dağılmasından iki yıl sonra çıkardığı Broken China albümü çekti. Albümü henüz dinleyememiş olsam da (itiraftan kim ölmüş), her birini ayrı ayrı sevdiğim pop şarkıcısı Sinead O’Connor, Sting’in müziğini resmen ihyâ eden gitarist Dominic Miller, davulu-perküsyonu piyano gibi çalan Manu Katche gibi isimleri görünce epey heyecanlandım açıkçası (basçı Pino Palladino ve gitarcı Tim Renwick’i bilmiyorum, üstüme gelmeyin!)…

Meraklısına: Wright ve Klavyeleri

Buradaki bilgileri Wikipedia’dan küçük bir araklamayla yazıyorum:
Wright’ın grubun ilk günlerinde çaldığı bakır nefeslileri ve bir çok canlı konserde kullandığı vibrafonu saymazsak, tabii ki ana enstrümanları tuşlular, yani klavyelerdi. Psychodelic, dub gibi sisli atmosferler yaratan müziklerin vazgeçilmez efekti olan yankılama, Binson Echorec eko (delay, reverb, chorus vs.) cihazından geçirilmiş elektronik Farfisa orgunun sesiyle özellikle Syd Barrett’lı Pink Floyd çalışmalarında Wright’ın sık sık duyurduğu bir ses olmuştur. Bir başka ilginç ve özellikle 80 öncesine kadar oldukça popüler klavye türü olan Mellotron’u kendi bestesi olan Seesaw’da, Atom Heart Mother suitinde, Sysyphus ve Ummagumma’da kullanmıştır. Bu çalışmalardan sonra Wright’ın sahneye demirbaş yaptığı iki alet Hammond orgu ve kuyruklu piyano olmuştur. Wright 70’lerdeki The Dark Side of the Moon, Wish You Were Here, Animals ve The Wall turnelerinde emektar Farfisa’sının yerine, aralarında Fender Rhodes, Wurlitzer ve Hohner gibi elektrikli piyanolarının; VCS 3, kült klavye Minimoog, ARP String Ensemble (Yaylılar Topluluğu/Ansamblesi) ve baba Prophet 5 synthesizer’larının bulunduğu çeşitli setler getirmiştir. Fakat özellikle 1987’den itibaren Wright analogdan dijitale geçmeyi tercih etmiş olacak ki; Dream Theater’ın virtüözlerinden Jordan Rudess’ın da yakın zamana kadar canlı konserlerde tüm ses aygıtlarını kontrolde kullandığı klavye azmanı Kurzweil K2600’ü de sıkça kullanmıştır.

Eski Dosttan Düşman Olmaz…

Birlikte kurduğu dünyanın en tanınmış, en çok müzisyene ilham veren gruplarından birinden Wright gibi değerli bir müzisyeni ayrılmaya zorlamış da olsa; Pink Floyd’un ileri sanat anlayışının mimarlarından olan, onu basit bir müzik topluluğu olmaktan topyekün bir sanat fabrikası haline getiren bir başka büyük müzisyen Roger Waters’ın sitesine girince koskocaman bir yazıyla karşılaşıyorsunuz. Yoruma gerek yok; aynen alıntılıyorum:

“Rick’in zamansız ölümünü duyduğumda çok üzüldüm, hasta olduğunu biliyordum, ama son anî ve şok edici şekilde geldi. Zihnim eskiden çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim ve takdir ettiğim ailesi, özellikle Jamie ve Gala ile anneleri Juliette’le birlikte. O ve yaptıklarından bahsetmek gerekirse, 60 ve 70’lerin Pink Floyd’una kattığı müzikal rengi yadsımak mümkün değil. “Us & Them “ve “Great Gig in the Sky”’daki o insanı cezbeden, caz havası taşıyan modülasyon ve akor düzenlemeleri, bunların o eserlere kattığı sıradışı insancıl ve yüce taraf, o dönemde dördümüzün yaptığı tüm çalışmalarda kendini göstermişti. Rick’in armonik geçişler konusundaki kulağı bizim için bir anakaya görevini görmüştür. “Live 8”’te onunla, David ve Nick’le son kez tekrar biraraya gelebildiğim için şükrediyorum” (http://www.roger-waters.com/).

Teşekkürler bay Wright!

Pink Floyd gibi sanatı, ideali, umudu müzik ekseninde ifade edip; resmi, sinemayı, politik söylemi ve sahne sanatını ustalıkla birleştirebilen bir topluluğa ömrünü adadığın, bu topluluğu sırtladığın, dengelediğin ve daha da yükselttiğin için teşekkürler. Sanatın kadar alçakgönüllü tavrının da herkese örnek olması dileğiyle…

Soumneal
29/09/2008

***