3 Ağustos 2008 Pazar

Sihirbazların Dayanışması

SİHİRBAZLARIN DAYANIŞMASI


Müzisyenler var, bir de “sihirbazlar” var…

…inanın bu ikinci söylediklerim de kendilerini müzisyen olarak tanıtıyorlar; ama yaptıkları işler, çaldıkları kişilere kazandırdıkları onları sihirbazlık düzeyine çıkarıyor.

Genelde en çok caz severim, çoğunlukla da caz dinlerim. Caz müziği yapan enstrümancıların hemen hemen tamamı çok ileri düzeyde müzisyenler olduğundan; bir caz grubunu dinlerken insan o anda birlikte çalan her bir enstrümanı zihninde ayrı ayrı dinleyip, ayrı birer dünya keşfedebilir. Bu nedenle bir çok caz dinleyicisi de, tıpkı bu “janr”’ın müzisyenleri gibi, müziği analiz ederek dinleme alışkanlığı edinir. Naçizane ben de genelde bu şekilde müzik dinlediğim için; kulağım sürekli olarak, caz olsun olmasın, çalan müziğin “alt yapı”’larına, yani eşlikçi konumundaki enstrümanlara kayar.

Bunun önemli bir bedeli var bu arada: Caz gibi karmaşık ve sanatsal ağırlığı fazla bir müziği dinlemeye alışan bir dinleyici, başka türlerin belli bazı örneklerinde cazdaki bu yoğunluğu her zaman bulamayabilir. Örneğin bir caz dinleyicisi, kabaca “pop” denilen ve genellikle müziği eğlence amaçlı dinleyen kişiler için hazırlanmış bu türü dinlerken, müzikal anlamda sık sık hayal kırıklığına uğrar. Bunun nedeni aynı zamanda “pop düşmanları”nın sıkça kullandığı bir eleştiri malzemesidir: pop müziği basit, karmaşıklıktan uzak yapılır ve müzikle uğraşan çoğu kişi tarafından sığ olmakla suçlanır. Hatta daha da ileri giderek, (bu yafta ne yazık ki daha çok şarkıcılara yapıştırılır) pop müziği yapan kişilere “müzisyen” yerine “popçu” diyerek onları yermeye çalışanlar bile çıkar.

Oysa pop da “sığ” diye bir yaftayı tabii ki haketmiyor. Bir müziği “sığ” ya da derin yapan esasında müziğin karmaşıklığı da değildir kanımca. Onu yazan, çalan, söyleyen müzisyenin o sırada hissettikleri derinse, samimiyse o müzik ne kadar basit olursa olsun yeterince derindir; bunu da anlamak için caz maz dinlemeye gerek yoktur. Müziği sığ, samimiyetsiz yapan (ki bu da türden bağımsızdır genelde) o müziği yapanın aklından sanat yerine sadece ticarî kaygıların geçiyor olmasıdır, ama bu konumuzun dışında tabii.


Aslında, bence pop’u eleştirenlerin unuttukları önemli bir şey var: “pop”’un da sihirbazlarının olduğu.


Yukarıda sözünü ettiğim sihirbazlar, gerek stüdyoda, gerek sahnede birlikte çaldıkları sanatçılara kendi ustalıklarını kullanarak destek olan, onların müziklerini geliştiren kimseler aslında. Bu tür bir çalışma anlayışının en önemli özelliklerinden biriyse, görev gereği birer eşlikçi konumunda olan bu müzisyenlerin çoğunun enstrümanında birer virtüöz olması. Bu kişilerin bazıları kendilerini uzun vadede birlikte çaldıkları kişiye veya gruba adayıp yeteneklerini bu yönde ortaya koyarken; bazılarıysa bir yandan diğer sanatçılarla çalıp diğer yandan kendi solo kariyerlerini ya da kendi grup çalışmalarını yürütmekteler. İşin ilginç yanı; bu destekleme işini yaptıkları kişiler her zaman da eşlikçilerinden geri kalmıyor. Arkasında çalınan kişilerin bazan eşlikçilerinden teknik olarak daha ileri, sahne anlamında daha tecrübeli, daha ileri bir aranjman ya da beste becerisine sahip; ya da daha iyi grup lideri oldukları da oluyor. Öyle ki, bazen sahneyle yeni tanışan, yeni tanınmaya başlanan bir şarkıcı, arkasındaki orkestra bireylerinin müziğe kattıkları sayesinde şöhrete kavuşurken; virtüöz düzeyinde enstrümanına hakim olan bir eşlikçi de birlikte çaldığı “front man/woman”’ın becerisi, ismi ya da kendisini yönlendirmesi sayesinde, kariyerinde çok daha ilerilere gidebiliyor.

Kısacası işin bir yanında solistler ve grup liderleri varken, diğer tarafında eşlikçiler mevcut. Fakat solist ve grup liderleri bir sonraki yazıyı bekleyecekler. İlk sıra eşlikçi sihirbazlarda…

Sting’in Orkestral Ordusu

Önce Sting. Arkasında çalmış olan ünlüleri alt alta bir duvara yazmaya kalkınca ya şaşı olunuyor ya da merdiven gerekiyor (denedim…?!).

Police grubundan sonra çıkardığı ilk solo albümüyle birlikte liste başlıyor (keşke derginin boyu yetseydi tamamına). 1985’te çıkardığı The Dream of the Blue Turtles albümü tamamen cazcılardan oluşma: Kenny Kirkland (kl.,p.), Omar Hakim (d), Darryl Jones (b) ve Branford Marsailis (s).

Zaman zaman klavyecilerin sayısı ikiye (hatta bazı performanslarda üçe) çıksa da; Kirkland’ı Sting’in bir çok albümünde ve canlı performansında özellikle piyanist kimliğiyle görmek mümkün. Çeşitli albümlerde (örneğin Brand New Day’de) Kirkland’la birlikte David Sancious (The Soul Cages ve Ten Summoner’s Tales albümlerinde), Jason Rebello ve klavyeci Kipper da Sting’in müziğini zenginleştirenler arasında. Rebello’yu, Sting’in çekimleri şans eseri ABD’de 11 Eylül 2001’de olan terör olaylarıyla aynı güne denk gelen, sanatçının Tuscan’daki villasında canlı çekilen “All This Time” video kaydında da piyano başında görmek mümkün.

Canlı performanslarda genellikle piyano, org ve diğer elektronik seslerin (“pad” denilen yumuşak arka plan sesleri, çeşitli ses efektleri vs.) birlikte çalındığı durumlar sık olduğundan, örneğin Sting’inki gibi müzikler için zaman zaman üç enstrüman ve üç ayrı klavyeci gerekir. Merak edenler için söylemekte yarar var: bu klavyeci kalabalığının nedeni genellikle bu oluyor.

Sting’in davulcuları da ayrı yıldızlar: şahsen favori davulcularımdan Manu Katche (The Soul Cages) ve artık “kemik kadroda” kabul edilebilecek olan Vinnie Collauta. İstanbul Caz Festivali’nde Haziran ayındaki Herbie Hancock – River of Possibilities konserinde İstanbul’luların da Sting dışındaki bir konserde Collauta’yı canlı izleme şansı olmuştu.

Üflemeliler? Sadece saksafondan örnek verilse, meselâ… Cehennem Silahı 4’te film boyunca çeşitli temalarla dönen “It’s Probably Me”’yi hatırladınız mı; ya da içindeki saksafon partisyonlarını? Bayanlar baylar, karşınızda belki Sting’den bile çok müzisyenle çalışmış alto saksafoncu David Sanborn! Eric Clapton, Stevie Wonder, Paul Simon, Jaco Pastorius, David Bowie, Bruce Springsteen, Elton John gibi müzisyenlerin yanında piyanist Bob James, saksafoncu Gil Evans, vokalist Al Jarreau ve gitarist George Benson gibi cazcılarla da çok sayıda çalışması var Sanborn’un. David Sanborn’u da Branford Marsailis gibi bir çok sting albümünde duymak mümkün.

Sting’in müzisyenlerini saymak sahiden bitmez; ama 1990’dan beri birlikte çalıştığı gitaristini söylememek belki de en önemli kişiyi atlamak olur: Dominic Miller. Her bir notayı teker teker bestelemiş gibi tane tane ve vurgulayarak çalan, canlı performanslardaki sololarında bile son derece olgun ve sakin üslubunu koruyan Miller, ekibin en “cool” müzisyenlerindendir bana göre.

Sting konusundan ayrılmadan önce, Sting’in kendisinin de bazı büyük müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer almış olduğunu belirmek gerekir. Bunlardan en çarpıcı örnekler arasında 1985’te Miles Davis’in “You’re Under Arrest” adlı albümüne konuk sanatçı olması, 1987’de saksafoncu ve besteci Gil Evans’ın Sting parçalarının çalındığı canlı kayıt albümünde “bigband” içinde görev alması ve 1988’de avantgarde besteci Frank Zappa’nın “Broadway the Hard Way” albümünde “Murder by Numbers” parçasını seslendirmesi verilebilir.

Madonna’nın Arkasında Kimler Var?

Şahsen pek de favori şarkıcılarım arasında sayamayacağım Madonna’nın yine de keyifle dinlediğim bir çok parçası var. İnancıma (ve duyabildiğime) göre, Madonna’nın parçalarında yakalanan sağlam tınının sırrı kendisiyle çalışan aranjör, teknisyen ve diğer enstrümancıların yanında, klavyecilerinin elinde. Madonna’nın sahnede 2006 yılına kadar birlikte çalıştığı iki klavyeci Marcus Brown ve Mike McKnight. Profesyonel müzik klavyesi üreticisi Roland’ın internet sitesindeki ropörtajlarına göre Brown ekibin sahnede görev alan baş klavyecisiyken, daha önce soul grubu Earth Wind & Fire’la çalışmış olan McKnight, 1990 yılından beri sahne dışından yardımcı klavye partisyonları, özel efektler, sequencer kullanımı gibi işlerden sorumlu olarak çalışmış(1). Görünen o ki; bu iki eleman sanatçının son albümü Hard Candy’de yerlerini Hannon Lane ve Danja adlı müzisyenlere bırakmışlar.

Virtüözlük derecesi konusunda yorum yapmadan belirtmek gerekir ki; Madonna’nın son albümü Hard Candy’nin rap’çi prodüktör Timbaland’le birlikte yapımını üstlenenlerden biri olan Justin Timberlake, albümün hazırlayanlar listesinde gitar ve davulda görünüyor (albümün bir dans-pop albümü olduğunu hatırlatalım). Aynı albümde rap’çi Kanye West de rap vokalleriyle çalışmış.


Biraz da “baba”lardan bahsedelim…


Herbie Hancock ve R&B

Geçen ay İstanbul Caz Festivali için iki farklı konser grubuyla Türkiye’ye gelen Herbie Hancock basit anlamda eşlikçi olmaktan çok çevresindeki pop ve özellikle r&b müzisyenlerine daha farklı şekillerde destek olmayı tercih eden müzisyenlerden. Caz dünyasında döneminin en ileri görüşlü ve yol gösterici virtüözlerinden olan Hancock, özellikle 2005’te çıkardığı Possibilities albümünde bir yandan diğer pop, blues ve r&b müzisyenlerinin önceden çıkardıkları parçalarına onlarla birlikte yeni bir yorum ortaya koyarken, diğer yandan onlara olan saygısını da büyük bir alçakgönüllülük içinde dile getirmiş oluyor.

Possibilities bir R&B – Blues - Caz karışımı aslında; ama söz konusu olan Herbie Hancock olunca ortaya konan yorum bu üç müzik türünün sıradan bir karışımından çok ilerilere gidip, tam anlamıyla sihirsel bir boyut kazanıyor. Hancock bir yandan çalınan parçaların orijinallerine ve “eşlik” ettiği sanatçıların parça içindeki hareket alanlarna saygılı davranırken, bir yandan da geleneğinden geldiği caz kökeninden ve kendi yaratıcılığından kattığı çeşitli armonik ve melodik renklerle parçaların alt yapılarını yeniden yorumluyor. Albümde yer alan müzisyenlerin bazıları (kendi altmış yıllık sanat yaşamıyla kıyaslamadan söylemek gerekirse) diğerlerine göre daha yeni, bazıları daha eski, köklü müzisyenler. Hancock’la birlikte söyleyenlerin ve çalanların arasında Cristina Aguilera, Jonny Lang, Damien Rice ve Raul Midon gibi yeni kuşak sanatçıların yanısıra, Stevie Wonder, Paul Simon, Carlos Santana ve Sting gibi orta yaştaki müzisyenler de mevcut; bu sanatçıların hepsi kendi şarkılarını söylüyor albümde.

Konunun bir anlık dışına çıkarak, Hancock’un 1995’te de benzer bir albüm çıkardığını belirtmek isterim. Hancock klasikleşmiş pop ve rock parçalarını kendi stiliyle yorumladığı albümüne “The New Standard (Yeni Standart)” ismini koyarak, çaldığı besteler için “onlar da birer caz standardı olacak kalitede” der gibi. Sanatçı bu şekilde, bu parçaları besteleyen ya da çalan kişilere saygısını ortaya koymuş albümünde. Possibilities’den farklı olarak bestecileri olmadan, kendi grubuyla enstrümantal olarak yorumladığı albüme seçtiği parçalar sanatçının geniş vizyonunu ortaya koyuyor. Bunlardan bazıları: “Mercy Street” (Peter Gabriel), “Norwegian Wood” (J. Lennon, P. McCartney), “Love is Stronger than Pride” (Sade), “Scarbrough Fair” (Simon & Garfuncle) ve “All Apologies” (Kurt Cobain).

Billy Preston: B3 Ondan Sorulur!

Sadece Hammond B3 mü? Fender Rhodes ve clavinetin de canavarı olan bir başka klavye ustasından da bahsetmek gerekir. Ünlü soul, blues ve R&B klavyecisi Billy Preston, 60’ların kült grubu Beatles’la 1962’den, grubun dağıldığı 1970’e kadar birlikte çalışmıştır. Preston Beatles’la yaptığı çalışmalar sırasında, gruba sağladığı katkılar nedeniyle Beatles’ın bir anlamda 5. elemanı gibi kabul edilmiş ve basında “the fifth Beatle / Beşinci Beatle” olarak lanse edilmiştir(2). Preston, grubun dağılmasından sonra da Ringo Starr ve yakın dostluğu ile kendisini gruba kazandırmış olan arkadaşı George Harrison’a da solo çalışmalarında eşlik etmiştir.

Blues ve soul müziklerinin kral-kraliçeleri de Billy Preston’ın çalıştığı kişiler arasında. Eric Clapton, Ray Charles, Aretha Franklin ve Sly Stone gibi efsanelerle birlikte, Elton John, Nat King Cole, Sammy Davis Jr., Bob Dylan gibi büyüklerle de bir çok performansı bulunmaktadır.

70’lerde Rolling Stones’la da piyanist Nicky Hopkins’in yanında “Sticky Fingers”, “Exile on Main Street”, “Goats Head Soup”, “It's Only Rock'n Roll” ve “Black and Blue” albümleri için çalmış olan Billy Preston, ölümünden yaklaşık bir ay önce ve oldukça hasta olmasına rağmen, son konserlerinden biri olarak Red Hot Chili Peppers’ın 9 Mayıs 2006’daki Stadium Arcadium konserinde yer aldı. Müzik dünyası, bir çok müzisyenin gıpta edeceği şekilde yaşamının sonuna kadar sahnelerde olan klavye ustası Preston’ı 6 Haziran 2006’da ABD’nin Arizona eyaletinde kaybetti.


Basta Marcus Miller…

Temmuz’da İKSV’nin festivalinde çalan bir başka usta daha… Ön grup olarak kendisine eşlik eden (… ve az kalsın kendisini gölgede bırakacak olan) soul grubu Power of Tower’la birlikte İstanbul’da izlediğimiz ünlü basçı Marcus Miller da bir çok müzisyene “sideman” olarak destek vermiş kişilerden. Miller’ın müziğine katkıda bulunduğu kişiler arasında, bir çok şarkısını birlikte yazdıkları kendisine eşlik ettiği R&B şarkıcısı Luther Vandross, “Legend” adlı grupta birlikte çaldığı Eric Clapton, rapçi LL Cool J ve hatta Frank Sinatra bile var.

Sitesindeki S.S.S. köşesinde Miller, kendisine stüdyo müzisyeni olarak neler yaptığı sorulduğunda; “yaptığım işlerin %80’i yazılı müziğin seslendirilmesi. Özellikle Dave Grusin [piyano], Bill Eaton (saksafoncu Grover Washington Jr. ve besteci/perküsyoncu Ralph MacDonald’ın aranjörü), Bob James [piyano], (ölmeden önce) Arif Mardin ve Leon Pendarvis (Roberta Flack, TV programı Saturday Night Live, ve ABD’de gösterime giren bir çok reklâm müziğinin aranjörü)’ten oldukça detaylı partisyonlar geliyor. Çevremdeki basçıların çoğu kulaktan öğrenmiş olduklarından nota okumada genelde sıkıntı çekiyorlar. Bense 10 yaşında aldığım klasik klarnet eğitimim sırasında kazandığım nota okuma becerim sayesinde hem bana verilen stüdyo işlerini kolaylıkla yapabiliyor, hem de ilk kez bana verilen bir partisyonu okuyarak canlı olarak çalabiliyorum”(3) diye yanıt veriyor.

Marcus Miller’ın Miles Davis’in ekibinde de 1980-1990 yılları arasında çalmış olduğunu hatırlatmak gerek.

Popüler müzik türlerinin çoğunda, aslında belli-belirsiz bir imece usûlü hakim. Bir çok müzisyen kendilerini bireysel olarak belli alanlara konsantre ederken, çalışmalarını bu yönde ilerletirken, çevresinden ya da profesyonel kanallar aracılığıyla başka müzisyenlerden destek alıyor. İşin güzel tarafı müziğin özünde saklı: bir müzisyenin diğerine verdiği örneğin bir enstrümancılık desteği çoğunlukla basit bir “gelip çalıp parayı sayıp gitmek” ilişkisinden öteye geçiyor. Bu insanlar biribirlerine fikirlerini söylüyor, biribirlerine vizyon katıyor ve her bir iş birliğinden sonra tüm katılımcılar bir sonraki çalışmalarına daha aydınlanmış şekilde başlıyor. Kimi diğerinin çalışma anlayışından esinleniyor, kimi diğerine performansı sırasında kullanabileceği birkaç basit numara öğretiyor… fakat en güzel kısmı, en usta müzisyen bile bir şekilde birlikte “iş” ürettiği, müzik ürettiği, gösteri ürettiği yeni bir diğer müzisyenden (ve hatta prodüktör ya da ses teknisyeninden, kim bilir, belki de ışıkçıdan) yeni bir şey öğreniyor. Tüm bu yukarıdaki insanların kendi “fildişi kule”’lerine çekilmektense ömürleri boyunca başka müzisyenlerle çalışmalarının asıl nedeni bence bu. Para mı? O tecrübeden sonra ikinci sırada gelmeli…

***

(1) http://www.rolandus.com/community/insider/artists_articles.aspx?ArticleId=17

(2) “5. Beatle” ünvanı, grubun resmî olarak yaptığı bir adlandırma olmaktan çok, dönemin basınının Beatles’la yoğun şekilde çalışan belli bazı müzisyenler için kullandığı bir terimdir. Kaynaklar anonim olsa da, bu ünvanı taşıyan dört müzisyenden bahsedilir: Bunlardan ilk ikisi grubun gitaristi George Harrison tarafından, Preston’la olan yakın dostluğuna rağmen bir basın söyleşisi sırasında “yalnızca” Derek Taylor ve Neil Aspinal olarak belirtilmiştir. Başka kaynaklara göreyse diğer iki 5. Beatle Tony Sheridan ve Billy Preston’dır.

(3) http://www.marcusmiller.com/faq.html?category=4&faqid=142&color=6 (çeviri ve özetleme: Soumneal)

Soumneal

03.08.08

soumneal.blogcu.com

MEHLDAU: CAZIN GENİŞ YÜZEYİ

Zaman zaman bana piyano hocalığı yapan müzisyen bir arkadaşım var. Bill Evans gibi bir tarzı vardır çalarken. Müzikte öncelikle armoniye ve yaratıcılığa önem veren bu insan bana arasıra derdi ki; iyi duyan, çalacağı seslere ait tuşları piyano üzerinde iyi gören biri sadece iki parmağıyla bile güzel, dinlenebilir müzikler çalabilir. Uzun süre düşündüm bunun ne demek olduğunu. Sonra aklıma piyanoya (ya da klavyeye) virtüöz düzeyinde hakim olan onca piyanist varken hoca-arkadaşımın bana dinlemem için Bill Evans’ın, Herbie Hancock’un yanında Brad Mehldau’yu tavsiye etmesi geldi.

Öğretmen sözü dinleyip Mehldau’nun parçalarını dinlerken kendimde bir şey dikkatimi çekti: “aman bu melodiyi nasıl bu kadar hızlı çalmış” yerine “ne kadar değişik bir yorum yapmış; demek o akorlar böyle de basılabiliyormuş…”, “bu parça Oasis’in Wonder Wall’u değil mi? Caz triosuyla da ne kadar dinamik olmuş” ya da “vay vay, Radiohead’den de cover’lar yapmış; ama parçalarının ruhu nasıl da yerinde kalmış” gibi düşünceler aklıma geliyordu. Teknik olarak Mehldau da diğer piyanistlerden asla eksik kalmamasına karşın; parçalarında teknik ustalığını vurgulamak yerine, çaldığı müziklere karşı büyük bir üsluba saygı ve alçakgönüllülük içeriyordu müziği. Sanırım Evans’ın ve Hancock’un armoni konusundaki yaratıcılığı ve özellikle Hancock’un cazdan başka müziklere kucak açma tavrı Mehldau’yu öğretmenimin bana tavsiye etmesini sağladı.

Brad Mehldau. 1970 ABD doğumlu caz müzisyeni. Yeni nesil caz piyanistlerinden.

Bütün olarak bakılınca aslında Mehldau’nun müziği insana sanki çift kişilikliymiş gibi bir izlenim veriyor. Caz müziğinin yaşayan en yaratıcı gitaristlerinden biri olan Pat Metheny’yle çıkardığı iki albümdeki çalışı istisna olabilir; ama kendi solo çalışmalarına ve kendinden önceki kuşak cazcılarla yaptığı, çoğunlukla standart[1] çaldığı performanslarına bakılınca Mehldau piyano başında temelde iki farklı stil kullanıyormuş gibi hissediliyor. Örneğin, kariyerinde en önemli çalışmalarından kabul edilen, Jashua Redman’la yaptığı müzikte çok daha siyahî, geleneksel caz kokan bir üslubu var. Fakat kendi bestelerini ya da caz standardı olmayan başka müzikleri yorumlarken, geleneksel cazdan çok klasik müzik duygusu hissettiren, “kuzey avrupa cazı” dedikleri tarza daha yakın bir tarzı tercih ediyor. Yeri gelmişken kişisel yorumumu ekleyeyim: normalde daha geleneksel stilleri seven biri olarak; örneğin bir Esbjorn Svensson’un (şahsen her ne kadar oldukça yaratıcı bulsam da) zaman zaman beni sıkan tarzına çok yakın bulduğum şekillerde çalması bazan Mehldau’yu dinlememi güçleştiriyor.

Lâkin Mehldau’nun Granada adlı parçasını seviyorum… bir de Radiohead’in Exit Music (for a Film) yorumunu… bir de Day is Done’ı… bir de…

Mehldau’nun müziğinin özellikli bir de ritm yönü var. Brad Mehldau kendi bestelerinde, caz bestelerinde geleneksel olarak (bu kıyaslamayı özellikle mainstream caz için yapıyorum) çok fazla karşılaşılmayan ölçüler ve formlar kullanıyor. Gerçi geleneksel; yani siyahî kökenli (etnik öğelerin daha az bulunduğu) caz müziği de tabii ki sadece “biir- kii ve bir-kii-üç-hop” diye çalınmıyor; kaynağını aldığı afrika ritm geleneğine boçlu olduğu sayısız karmaşık ritmik yapıları içeriyor. Fakat Mehldau’nun kullandıkları -caz geleneğini kendinde içselleştirmiş her müzisyenin “ödünç aldığı” bazı kalıpları saymazsak- daha bir takip edilebilir, ama alışılagelmemiş ritm yapıları. Bu yapılar insana Mehldau’nun ritmik açıdan Afrika’dan çok, Avrupa’dan ilham aldığı izlenimini veriyor aslında. Hatta –ki Mehldau genel olarak iyi bir rock/heavy metal dinleyicisi olduğunu saklamıyor- piyanist-bestecinin bazı parçalarını “progressive rock” müziğine bile benzetmek mümkün. Dinleyen bilir; progressive rock da tanımı gereği orta avrupa klasik müziğini temel ilham malzemesi yapar; tıpkı Mehldau’nun özgün bestelerinin çok benzediği kuzey avrupa caz müziğinin yaptığı gibi. Düzensiz izlenimi veren aksak ölçülü ritmler parçaların örneğin nakarat bölümlerinde zaman zaman düzenli ölçülere, ardından yeniden başka düzensiz ritmlere dönüşüyor. Özellikle bu belli kısımlarda belli ölçülere değişmesi özelliğiyle, Mehldau’nun besteleri zaman zaman ritmik olarak yavaşlatılmış (ve distortion içermeyen!) progressive rock şarkılarına benziyor… tabii sadece ritmik olarak!

Mehldau’nun, diğer taraftan hoşuma giden bir yönü var: düşüncelerini de müziği gibi insanlarla paylaşıyor.

Meselâ burada oturuyoruz; müzik gibi seslerle yapılan bir sanat hakkında, görsel bir iletişim kanalı kullanarak düşünce alış-verişi yapıyoruz. Bunun nedeni bu dergiyi okuyan herkesçe biliniyordur: yazıyoruz, üzerinde konuşuyor, dinliyoruz; çünkü sanat, düşünülerek yapılan bir iş. Düşünceler ve fikirler de aslında paylaşılarak daha gelişkin hâle gelirler. Tabii bu yoruma açıktır: zîra bazı sanatçılar -bu bağlamda müzisyenler- kafalarındaki fikirleri, düşünceleri sözle ya da başka kanallar kullanarak ifade etmek yerine, sadece sanatlarını ortaya koymayı tercih ederler. Bunun sebebi çeşitlidir büyük ihtimalle. Ortaya koydukları işlerin dinleyicinin kafasında yerine göre kendilerinin bile düşünmediği farklı yorumlar ortaya çıkarmasını, yani eserlerini “yoruma açık” halde bırakmayı tercih etmeleri olabilir; ya da uç bir örnek olarak “deşifre olmaktan” kaygılanmak gibi basit, insanca bir zaaf da düşünceleri üzerine konuşmaktan kendilerini alıkoyuyor olabilir. Diğerleriyse; “neden anlatmıyorsun kafandakileri kardeşim; ben mecbur muyum senin fildişi kulene yüz sürmeye??!!” diyenlerle muhattap olmak yerine, bir yandan besteler, çalar ve doğaçlarlar; diğer yandan da ya oturur bir yerlere yazarlar, ya da birilerine söyleşi verir veya bir başkalarına öğretmenlik yaparlar. Mehldau’nun sevdiğim yanı da bu oldu işte. Çeşitli yerlere yazdığı makalelerinde hem caz müziği, doğaçlama (nâm-ı diğer “emprovizasyon”) ve hatta armoni gibi teknik konular hakkındaki düşüncelerini anlatıyor; hem de kendisiyle yapılan ropörtajlar sırasında konuşarak, açık kalplilikle kendinden bahsediyor. Mehldau hakkında Almanya’dayken hazırlanmış bir belgesel bile var (video paylaşım sitelerinden bulunabiliyor).

Mehldau’nun (kızmasın bana, iyi niyetle söylüyorum) “çenesi düşük” bir müzisyen olmasının ne gibi faydaları var da diğerlerinin yok:

1) Benim gibi çömezlere hakkında yazabilmek için bolca materyal sağlıyor

2) Konserlerde piyano başındaykenki garip sahne duruşunun aksine:

a. sağ omzunda bir sakatlık olması ve

b. bu sakatlık izlenimi veren omuzdan seğirtme hareketini Lyle Mays’den yürütüp yürütmemiş olması

konularında korkulacak bir şey olmadığını ortaya koyuyor

… ve nihayet:

3) Entelektüel bir sanatçı olarak fikirlerini ortaya koyarak dinleyicilerinin (ya da okuyucularının) bilincini artırıyor ve kendisini örnek alan daha genç insanlara yeni fikirler veriyor.

Kendim de yeni sayılabilecek bir caz dinleyicisi olarak bana caz dinlemeye yeni başlayacak birine dinlemesi için birkaç müzisyen tavsiye etmem istenseydi; Mehldau’yu bu müziğin önde gelen temsilcileri arasında önermezdim şüphesiz. Fakaaaat… en az yüz yıllık tarihi olan bu müziğin hiç de tutucu kalıpların müziği olmadığını, günümüzde halâ yaratıcı caz çalışmalarının yapıldığını göstermem istenseydi iş değişirdi. Öyle ki, elektronik enstrümanların ses dokuları üzerindeki avantajlarına bile gerek olmadan bir akustik piyanoyla, bir basla ve davulla ne kadar geleceğe yönelik, ilginç ve yaratıcı müzikler bestelenebileceğini, doğaçlanabileceğini göstermek… Mehldau’daki asıl sihir bu bence. Kendisini bu nedenle düşünmeden önerirdim. Size de öneririm.

***

Soumneal

07.07.08



[1] Standart: Klasikleşmiş, her sanatçının kendin tarzıyla yorumladığı caz besteleri (D.E.).

Klavyeler 1: Dokunmak ve Taşımak

DSC00946



Bilgi Üniversitesi günlerim geride kaldı; artık piyano odalarına kapanamıyorum. Öte yandan hâlâ okulda bile olsaydım; müziğimi, ifademi ortaya koyabilmek, başkalarının önünde çalabilmek için taşınabilir enstrümanlara yine de ihtiyacım olacaktı. İhtiyaçlarıma uygun bir enstrüman almak içinse, önce ihtiyaçlarımı belirlemek daha mantıklı olacaktı şüphesiz.

Nelere ihtiyaç duyabilirim? Öncelikli olarak, alacağım klavyenin kendimi geliştirmeme, çalma tekniğimi ilerletmeme mümkün olduğunca uygun olması gerekiyordu. Madem artık çalışabileceğim piyanolar yoktu; kendi klavyemin tuşları piyano tuşuna benzer özellikte olmalı ki parmaklarım güçlenmeye devam edebilsinler. Tabii bu piyano benzeri tuş ihtiyacı temelde evde çalışırken ortaya çıkacak; yoksa bir sahnede çalmam söz konusuyken tuşların ağırlıksız olmasının çok da büyük bir sakıncası yok.

Araştırdım; tuş mekanizmaları değişik olsa da, müzik klavyeleri tuşları açısından üçe ayrılıyor: tam ağırlıklı (full-weighted), yarı ağırlıklı (semi-weighted) ve ağırlıksız (non-weighted) tuşlu klavyeler. Bu temel ayırım, bu elektronik klavyelerin özellikle akustik piyanoların kendilerine has ağırlık ve dokunuşa tepki (touch response) özelliklerine mekanik olarak benzemeleri üzerinden değerlendiriliyor. Kastedilen “ağırlık” ise piyano tuşlarının bağlı oldukları çekiç mekanizmalarından kaynaklanan direnç hissi.

Çeşitli klavye markalarının kullandığı değişik sistemler var; özellikle tam ağırlıklı sınıftakilerde bu sistemlerin birçok değişik türü var. Örneğin Roland üst fiyat grubundaki bir çok tam ağırlıklı klavye modelinde “hammer action” (çekiç hareketi) dediği mekanizmayı tercih ediyor. Bu sistemde, adı üzerinde, çoğunlukla sert plastik malzemeler kullanılarak; çekiçleri yatay duran konser piyanolarının tuş basış hissi, basıldığında benzer şekillerde hareket eden ağırlık mekanizmalarıyla taklit edilmiş. Benzer şekilde; Yamaha’nın Klavinova dijital piyanolarında da, ağırlık hissi oluşturmaları için tuşların iç kısımlarında hareketli metal çubuklar bulunuyor. Başka bir örnek, meselâ Kawai firması; çok da ekonomik sayılamayacak fiyattaki MP8 dijital piyano modelinde ahşap çekiçler kullanıyor. Tabii bu ve daha onlarca tuş modelinde temel amaç tuşa basış hissi; yoksa (akustik-elektronik kombinasyonu bulunan bazı özel modeller dışında) bu mekanizmaların temelde aletin ürettiği seslerle bir ilgisi yok.

“Güzel tuşlu” bir klavye istiyordum, bu birincil isteğimdi; sonuçta o tuşlardan parmaklarımı ayırmadan saatler geçirecek kişi bendim. Dolayısıyla, “tuşe” de denilen bu olay, sadece klavyeyi çalanla enstrümanının arasındaki mahrem bir ilişki demek oluyor. Tabii bunun dışında; aslında bundan da önemli olan, çok daha derin bir konu var: ses!.. ama bekleyin biraz; ses konusuna bundan sonraki yazıda bulaşmaya başlayacağım. Şimdilik, ikincil derecede sayılabilecek başka ihtiyaçlara girelim…

Belki Jordan Rudess’ın ya da Keith Emerson’ın kocaman klavyelerini, bunların bağlı olduğu “rack”’leri (rack ne demek? Biraz daha sabır!...), Jordan’ın 360 derece dönebilen hidrolik klavye standını falan taşıyacak tırları, ekipleri olabilir; ama ben bu ağabeylerimizden daha mütevazı bütçesi ve yetenekleri olan, Allah’ın aciz bir kuluyum… dolayısıyla klavyemin ebat ve ağırlığı benim ölümlü bedenimin taşıyabileceğinden fazla olmamalı (sınırları zorlamasa da olur). Bu durumda; klavye alırkenki amaçlarıma ağırlık ve boyut faktörünü de eklemek gerekiyor…

Vallahi bunu da araştırdım… klavye gibi (çoğunlukla) kutu şeklindeki bir aletin ölçüleri en/boy/yükseklik şeklinde kolaylıkla ölçülebiliyor doğal olarak. Aslında, Yamaha’nın Motif serisi gibi azmanları hariç tutarsak en ve yükseklik çok da fazla sorun olan parametreler olmuyor taşıma sırasında. Gelin görün ki bu işin boy ve ağırlık gibi iki önemli noktası var.

Klavyelerin boyları, genellikle asıl “klavye” adını almalarını sağlayan ana tuşların (keys) sayısına bağlıdır. Yeni nesil klavyelerde; fonksiyonları kontrol etmeye yarayan kontrol tuşları sayıca giderek azalıp, yerlerini çoğunlukla dokunmatik ekranlara, çok fonksiyonlu kontrol tuşlarına bırakıyorlar. Müziğin çalındığı ana tuşlar ise tuş boyutu olarak halâ (ağırlıklı olsun, ya da olmasın) standart piyano tuşu ebadını koruyorlar; ancak sayıları kullanıldıkları makinelerin ihtiyacına göre değişiyor. Bir oktavda 7 beyaz, 5 siyah, toplam 12 tuş var. Bazı klavyeler sadece tek oktavlık, yani 12 tuşlu olurken; bazılarının tuş sayıları ihtiyaca göre yaklaşık 7.3 oktav sayılabilecek 88 tuşa kadar çıkabiliyor ki; bu sayı aynı zamanda standart piyano klavyesinin tuş sayısıdır. Hatta; “Hammond” tipi orglarda, bas sesler için de ayakla çalınabilen 13, 25 ya da 32 tuşlu pedal-tuş takımları da bulunuyor. Modern “synthesizer” ya da “midi-kontroller” (sabrediiin, açıklanacak hepsi!) tipi klavyelerde çok tuş olması sadece daha kalın ve ince seslere ulaşabilmeye değil; aynı zamanda birden fazla sesin tek bir klavyenin çeşitli bölümlerine paylaştırılabilmesine de yarıyor. Tabii tuş sayısının artması klavyenin uzamasına; taşınabilirliğinin, yerleştirilebilirliğinin azalmasına neden oluyor. Dolayısıyla ortaya tek ve uzun bir klavye kullanmak, ya da farklı görevleri üstlenebilecek birden fazla, ama daha kısa klavyelerden oluşan bir ekipman grubu kurma seçeneği çıkıyor.

Ağırlık konusuysa uzunluktan da fazla önem taşıyan bir konu. Klasik anlamda akla gelen bir elektronik müzik klavyesini çok kabaca iki kısma ayırmak mümkün: seslerin üretildiği ve kontrol edildiği elektronik kısım, ve elektronik kısıma hangi frekansları çıkaracağını bildiren müzikal tuşlar. Klasik tipteki bir dijital synthesizer tüm devrelerini, kontrol tuşlarını ve gösterge ekranlarını, tuşları da içeren tek bir gövdede barındırır. Profesyonel, yani sahnede kullanılan klavyeler genellikle ağırlığın gereksiz yere artmaması için ve kullanıldıkları sahnelerde zaten profesyonel hoparlör sistemleri bulunduğu için dâhilî hoparlör içermezler. Yine de; hem tuşlar, hem de elektronik kısımla birlikte, örneğin Korg’un popüler modeli Triton Extreme’in ağırlık mekanizması içermeyen 61 tuşluk (5 oktav) tipi 14.4 kg. tartıyor. Aynı modelin tam ağırlıklı 88 tuşlu, piyano klavyesi uzunluğundaki tipinin ağırlığıysa 28.5 kg.! Her iki tip de temelde aynı elektronik devrelere ve aynı ses özelliklerine sahip; ama hem Triton Extreme’in tüm özelliklerine, hem de piyano çalışma imkanına tek makinede sahip olmak isteyen birisi (3500 USD civarındaki fiyatının yanında) otuz kiloya yakın bir buzdolabını da taşımak zorunda! (http://www.korg.com/gear/prod_info.asp?A_PROD_NO=TRITONEXTREME)

Evinde piyano tuşlarıyla çalışabilmek, ya da sahnede ağırlıklı tuşun hissini kaybetmeden çalabilmek niyetindeki müzisyenlerin (ya da zavallı “rodi”, yani müzisyenlerin malzemelerinin taşınması, korunması, kurulması vs. gibi işlerinden sorumlu kişilerin) sırtına otuz kiloyu yüklemeye alternatif üretmek isteyen değerli klavye üreticileri bu işe şöyle bir çözüm üretmişler: modüller. Bir klavye modelinin modül versiyonu; temelde aynı klavye modelinin ana tuşlarından arındırılmış hâlinden başka bir şey değil. Üzerlerindeki siyah-beyaz tuşlar olmadan bu kocaman klavyelerin ses üreten beyinleri ve tüm ilgili kontrollerin yapıldığı panelleri bir ayakkabı kutusu, ya da bir DVD oynatıcısı ebadına düşüyor; ağırlıkları da birkaç kg.a iniyor. Bunlardan üretilen sesle müzik yapabilmek için de geriye (eğer sözkonusu müzik klasik anlamda klavye tuşlarıyla yapılacaksa) modüle hangi notaları tınlatacağını söyleyen haricî bir klavye bağlamak kalıyor. Normalde kendi “beyni” ve sesleri olan klavyelerin çoğu ayrıca bağlı oldukları synthesizer modüllerini de kontrol edebilirken; sadece bu tür bağlantılar için tasarlanmış, kendi ses üretici devreleri (ve fazladan kg.larca ağırlıkları) olmayan klavyeler de verimli şekilde müzik yapmak için kullanılabiliyor. “MIDI Kontroller” denilen bu ikinci tip klavyeler de, diğerleri gibi isteğe göre çeşitli ebatlarda ve tuşe ağırlığı seçeneklerinde olabiliyorlar. Bu da müzisyene tek bir klavye modülü kullanacaksa, sırt çantasına atabileceği bir synth modülü ve hafif bir klavyeyle taşıma kolaylığı sağlıyor; ayrıca birden fazla farklı klavye modelini sahnesinde kullanacak olanlar için de, sahnede bir sürü klavyenin arasına gömülmek yerine, birden çok modülü kontrol edebilen tek bir klavye kullanarak yer tasarrufu sağlıyor. Bu ikinci tür kurulumlarda, genellikle tüm modül ve diğer elektronik aletler (kesintisiz güç kaynakları vs. ) “rack” adı verilen özel raflı çelik dolapların için monte ediliyor; bu da “rack”’in tekerlekli olması sayesinde yerleştirmede kolaylık, modüllerin darbelerden korunması vs. gibi konularda müzisyenlere yardımcı oluyor.

Pekiyi ben ne yaptım? Kendime buzdolabı kadar olmasa da, küçük bir tabut büyüklüğünde bir Yamaha MO8 synthesizer aldım. “8” sayısından anlaşılacağı gibi, 88 tuşluk bir makine bu; tuşları tam ağırlıklı türden. Yukarıda bahsettiğim piyano tuşlarıyla çalışabilmem bu makineyle mümkün ve hattâ oldukça konforlu oluyor; ayrıca aletin sesleri de sahnede kullanılabilecek kalite ve çeşitlilikte. Öte yandan; 21 kg.’lık ağırlığı ve 135 cm.’lik uzunluğu, rahatça omzuma yükleyip Taksim’deki stüdyoya kadar gitmeme engel oluyor. Yine yukarıda bahsettiğim “hafif klavye+synth modülü” opsiyonunuysa; İstanbul’da yeterince kaliteli tuşlara sahip bir MIDI kontroller klavyesi ve synthesizer modülünü, benzer fiyat koşullarında bulamayışım nedeniyle gözden çıkarmak zorunda kaldım. Bütçem için o sırada en uygun seçenek, fiyatı rakiplerinden daha avantajlı olan bu klavyeydi. Şu an için klavyemden memnunum; sıra provalar ve sahnede kullanılmasına gelince de bakalım memnun kalmaya devam edecek miyim?

***


Doruk ERPEDEN (2008)


 

GORDON SUMMONER İÇİNİ DÖKERKEN


…ben de o bahsettiği Billy’yle hemen hemen aynı yaşlardaydım. O bu adı kullanmıyor, ama ben teyzemden mutfak masasında Ten Summoner’s Tales’deki ‘Summoner’ kelimesinin onun asıl soyadı olan ‘Sumner’ olduğunu öğrendiğimde, Sting’in The Soul Cages kasedi henüz rafta yatıyordu. Sting’in, asıl adıyla Gordon Sumner’ın acıdan, ölümden ve umudun nasıl bir şey olduğundan bahsettiği bu tematik albüm; popüler müziğin en tanınan müzisyenlerinden birinin ruhsal dünyasının tam da köklerini açıyor dinleyene, hem de tüm sembolizmine rağmen bir İngiliz’den beklenmesi zor bir açık sözlülükle.Sting’in resmettiği çocuğun babası tersane işçiymiş ve bir iş kazası sonrasında ölmüş. Açılış parçası bunu anlatıyor. Haftanın altı günü köle misâli çalışıp, her gece içkisi önünde hayal kurarmış adam. Yıllarca çalıştıktan sonra görüp göreceği de “şu iş kazası dedikleri mekanizma” tarafından ıskartaya çıkarılması olmuş. Albüme ismini veren ‘kafeslerden’ birinin içinde gemi resmen sindirmiş adamı; neden mi bilinmez. Gerisi malum tabii; şirketten bir kaç haftalık ömrü kaldığını söyleyen kuru bir doktor raporu, üç kuruş da tazminat gelmiş.


Sting; The Soul Cages’dan önceki albümü Nothing Like the Sun’ın kayıtları sırasında kanser hastası annesini ve turnesi sırasındaysa da babasını kaybetmiş. Her ikisinin de ölümünde yanlarında olamadığı gibi; annesinin cenazesine de, tören bir medya panayırı haline gelmesin diye kasten katılmamış. Bu sebeptendir ki English Man in New York ve Fragile gibi klasikleri içinde barındıran Nothing Like the Sun albümünü annesine, bazı şarkılarını doğrudan şahsına itafen yazdığı The Soul Cages’ı da babasına adamış. Bir insanın “anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” sorusuna verebileceği en güzel yanıt olsa gerek bu iki albüm.

Sting albümlerde bol bol ölümden, acı çekmekten bahsederken ve bir yandan da onca çamurun içinde yüzü gözü kir içinde kalmış bir de umut gösteriyor dinleyene. Bu aklıma şunu getirdi: Sting’in internette dinleyicilerle yaptığı bir sohbet toplantısında bir dinleyicisi; geçmişte okuduğu bir ropörtajında Sting’in “mutluyken yazamam” dediğinden bahsediyor. Buna cevaben söyledikleri, gerçekten en karamsar albümleri olan Nothing Like the Sun’da kendini hayli hissettiriyor: “Bu sözler sanırım gençliğimdeki halet-i ruhiyemi yansıtmış. O dönemlerde yaratıcı olmak için krize, gerilime ihtiyaç duyardım. Şimdiyse durum böyle değil; artık yaratıcı olmak uğruna insanın tüm ömrünü feda etmesi gerektiğini düşünmüyorum. Yaratıcı olacağıma mutlu olayım daha iyi; öte yandan bu ikisi pekala beraber de vücut bulabiliyor. Sting’in bu iddiayı yeterince kanıtlamış olduğuma inanıyorum. Bahsettiğiniz sözler karamsar bir gence aitti.” Sting şu anda 53 yaşında.

Görünüşte The Soul Cages’ın parçalarının çoğunluğu ağır, hüzünlü ve sıkıntılı duygular yaşatıyor; fakat albümün daha tempolu ve rock stiline daha yakın parçalarıyla diğer hüzünlü olanlar öyle dizilmiş ki, dinleyene verilen ruhsal hava parçadan parçaya renk değiştiriyor. Aynı anlayış parçaların kendi içlerinde de var. Özellikle açılış parçası Island of Souls ve kapanış parçası When the Angels Fall’un dalga dalga hissettirdiği çaresizlikten umuda geçiş; buradan umutsuzluğa düşüp, tekrar çıkmaya çabalama albümün üstüne kurulduğu iskelet gibi sanki.

Aslında The Soul Cages’i iki şekilde tasvirlemek yerinde olacaktır: Dinleyici parmaklarından her birini albümdeki parçalar kabul edip, sağ elini çamura batırsın örneğin. Çamur kuruyunca parmaklarını, diğer elininkilerle birbirine geçirsin. İşte parmakların bu görüntüsü parçaların albümdeki dizilişine benziyor. İkinci olarak da çok sıkıntılı, hazin bir siyah- beyaz filmde, mesela Spielberg’in Schindler’in Listesi’nde bir tek kişinin, küçük bir çocuğun sırtında kımızı bir palto ile ortalıkta dolaştığını hayal etsin. O küçük çocuğu hem sözlerde, hem de müziğin armonisinde bulabilir dinleyici. Tabii yine hem albümün genelinde hem de parçaların tek tek içlerinde bulabileceğiniz bir detayı daha hatırlatmak gerek: kırmızı palto ve sahibi Schindler’in Listesi’nde en son, toplu cesetlerin arasında görülüyor!

Komiktir ki, Sting’in ölüm temasıyla birlikte dinleyicisine açtığı bu ağır albümü keşfetmem için, dandik bir yazlık diskosunda bulunmam gerekiyormuş. O kadar paldır küldür tekno müzikten sonra tam romantik parçalar çalınacak da hoşlandığım kızla dans edeceğim diye düşünürken diskonun DJ'i (ki yakınlarım o adamı hala aramaktadır); Yeşim Salkım'ın üstüne damdan düşer gibi bu albümden Mad About You'yu çalmış, bu da pedagojik gelişimim açısından son derece sakıncalı bir kültür şoku yaşatmıştı bana.
Neyse ki şoku atlatır atlatmaz albümü evdeki raftan aldım ve alış o alış. On yıldan daha uzun süredir elimin altında olan bu tematik çalışma, aklıma içindeki müziğin tamamında hissedilen belli bir rengi getirir hep. Ne kadar renk değiştirirse değiştirsin, ağırlık hep bu renktedir. Öyle ki; albümün bu rengi kokusunu, ısısını dahi atlamayacak kadar yoğun hissettiriyor insana; doğuştan görmeyen birine bile bu şarkılarla bu renk anlatılabilir: Gri. deniz, gök, martılar ve ilk parçada bahsedilen küçük Billy’nin birlikte büyüdüğü o koca geminin gölgesi:

 

“Billy was born within sight of the shipyard/ First son of a riveter’s son/and Billy was raised as the ship grew in shadow/ Her great hull would blot out the light of the sun”


“Şu tersanenin yamacında doğmuş Billy/ İlk oğluymuş babasının, perçincinin oğlunun.
Billy büyümüş ya; gemi de büyümüş uzaktan, uğursuz./Koca gövdesi ne güneşi göstermiş, ne de ışığını”

Uğursuz muğursuz, kurşunî ya da mavi; gemiler ve denizden sevdalısı olarak bahsettiği kesin Sting’in. Kendisi kirli, insanı duyarsız bir sanayi şehrini tasvir ederken, hayalini kurduğu dünyayı da tersyüz edip anlatmış oluyor aslında tüm albüm boyunca. All This Time gibi laylaylom, Jeremiah Blues gibi tempolu, hatta ‘funky’ parçalarla alayla; ya da The Wild Wild Sea, When the Angels Fall gibi ritmi uçuşkan, armonisi karışık manik depresif parçalarla gerçekçi şekilde yapmış bu işi.

Üzerinde uğraşılmış, başından sonuna ‘anlatan’ bir albümü dinlediği zaman, insan bunda emeği geçmiş olan sanatçılara daha farklı bakmaya başlıyor. Dinlenilen müzik samimî, dürüst olunca dinleyeni de anlatmak istediği hikâyeye daha farklı bir güçle çekiyor. Dinlenen her parçada çalınan müzikten, yazılmış söze, seçilmiş müzisyenlere kadar bu samimiyeti, ‘çabayı’ hissediyor insan. The Soul Cages insanı külahını önüne koyup bir güzel düşünmeye itiyor ve tabi bir de saygı duymaya.
Not: : Bu albümle ilgili yazılmış güzel bir yazı için:
http://student-www.uchicago.edu/~rascalzo/arch/palace/conservatory/topten/soulcages.html

 

***

Doruk ERPEDEN

2006

 

Chick Corea Konser İzlenimleri

Chick Corea İzlenimleri:

15 Ocak İstanbul'daki Solo Piyano Konseri


Baba bir kez daha geldi! Chick Corea 15 Ocak gecesi bir solo piyano konseriyle tekrar İstanbul'daydı. Caz piyano üstadı geçtiğimiz yaz en son “Spirit of Mozart” konseri için İstanbul'daki tarihî Aya İrini Kilisesi'nde konser vermişti; bu sefer ise Aya İrini'den çok daha büyük bir salon olan Lütfi Kırdar Anadolu Salonu kendisini ağırladı.

Konserde, Türkiye'nin en büyük toplantı salonlarından biri olan “Anadolu Auditoryumu” ne yazık ki Chick Corea gibi bir sanatçı karşısında oldukça boş kaldı. Bununla birlikte, caz müziğine aşinalığı bazı ülkelere göre daha az olan ülkemiz dinleyicisini anlamış görünen Corea, salonda (ilk arada salonu terk edenlerin de ardından) kendisini dinlemek için kalan dinleyicileriyle çok sıcak bir iletişim kurdu. Corea, “İstanbul'daki oturma odama hoşgeldiniz” diyerek başladığı konserine, özel olarak hazırlanıp gelmek yerine aklındaki bazı müzikal fikirlerini dinleyicilerle paylaşmak ve birlikte biraz eğlenmek için geldiğini söyleyerek devam etti. Kapşonlu sweat-shirt'üyle ve sık sık insanlarla ettiği kısa sohbetleriyle Chick Corea bir dünya turnesinden çok, sıcak bir arkadaş ortamı havası yarattı salonda.

Konser samimi ortamının yanısıra; özellikle cazın dünyasını yeni yeni keşfetmeye başlayan dinleyiciler için de uygulamalı bir konferans niteliği taşıdı. Sık sık ne çaldığıyla ilgili bilgi veren Chick Corea üç saatlik konserin çoğunluğunu oluşturan ilk bölümünde, kendisini en çok etkilemiş olduklarını söylediği piyano devleri Bill Evans ve Bud Powell'dan standartlar çaldı. Corea, performansı sırasında özellikle, 1980 Eylül'ünde ölmüş olan büyük piyanist-besteci Bill Evans'ın parçalarını çalarken, piyanistin stiline yakın cümleler kullandı. Bill Evans'ın “Turn Out the Stars”, “Very Early” ve sanatçının küçük yeğeni Debby için yazdığı “Waltz for Debby” parçalarını yorumladı. Benzer şekilde, Bud Powell'dan çaldığı standartlarda da kendi tarzının yanısıra, ünlü piyanistin tarzına göndermeler yaptı. Corea, Bud Powell'dan da isimlerini “hatırlayamadığı” iki parça çaldı.

Son derece üretken bir müzisyen olan Chick Corea; çağının en büyük piyanistlerinden kabul edilmesinin yanında; elektronik klavye (synthesizer) kullanımı konusunda da uzun yıllardır bir çok müzisyene öncülük etmekte. Fakat konserin bir solo piyano konseri olması nedeniyle ne yazık ki dinleyicileri, Chick Corea'nın elektronik yüzüne bu konserde tanık olamadılar. Büyük olasılıkla aynı nedenden; sanatçı kendi bestelerinden ve daha önce de unutulmaz “Return to Forever” albümlerini hazırladığı “elektric band” üyelerinin bir kısmından oluşan son albümü “The Ultimate Adventure”'daki bestelerine bu konserde yer vermedi. Yine de Chick Corea, konserinin ikinci yarısında bir başka albümünden örnekler çaldı: 1972'de vibrofonist Gary Burton'la ikili olarak çıkardığı “Crystal Silence”. Corea, bu albümden özellikle “Children's Song” parçasından bölümlere yer verdi.

Chick Corea'nın İstanbul'daki konseri, az kalsın 65 yaşındaki üstadın en ünlü bestesi Spain'siz bitiyordu! Sanatçı konserin normal süresinin ardından alkışlarla geri geldiği “BIS”'te, dinleyicilere bazı bölümlerini söyleterek oldukça “interaktif” bir Spain çaldı. Sanatçının bu jesti sayesinde, az sayılarına rağmen sık sık Türkiye'de Chick Corea konseri verilmesinde büyük payları olan samimi dinleyicileri, keyifle dinledikleri parçalarına Chick Corea'yla birlikte eşlik etme fırsatı buldular.

Kalabalık olmayan, ama Chick Corea'nın yaptığı müziği anlayan, buna saygı gösteren Türkiye'deki dinleyicilerinin değerini bilerek sık sık ülkemizde konser veren Chick Corea'ya teşekkürler. Üstadın tekrar gelmesi dileğiyle...

***

Doruk ERPEDEN

18/01/2007