23 Ekim 2010 Cumartesi

Hoşçakal Kiwi!




Ölüm kocaman, çok korkunç olmalı; bu kadar insanı-hayvanı arkasına bakmadan kaçırabildiğine göre… Ölmemek, sadece birazcık daha yaşayabilmek için insan neler yapar, kim neler yapmaz?

Ya hayalimize giden yolun ucunda duruyorsa o kocaman, korkunç şey? Hayalimizi elinde tutuyor, gülümseyerek bize bakıyorsa ölüm? Hayaline ulaşamamak pahasına birazcık daha yaşamak hâlâ bu kadar önemli midir?

Eğer ölümün hayal üzerinde bir gücü varsa, sanırım bazan onu bize doğru atıyor ki kendisine kavuşmadan önce hayalimizle birlikte olalım. Bazansa tam arkasına atıyor; biz daha ona ulaşamadan kendi kollarına düşüverelim diye. Öyle ya, nasıl olsa hayalinin peşinden koşanlar her zaman var…

Gerçekten mi? Hayalinin peşinden koşar mı herkes; herkes bir (ya da şanslıysa birden de çok) hayali olduğunun farkında mıdır? Peki, ulaşıp ulaşamayacağı bile belli değilken, ona sadece birazcık daha yaklaşabilmek için bir insan neler yapar, nelerden vazgeçer? Yaşamından?
Açıkçası ben bilmiyorum… ama sanırım ki o kiwi kuşu bunu biliyordu.

Kuş bu, uçmak isteyecek tabii. Onun hayali de, bu hayale ulaşması için önündeki engel de sadece kendi doğasıydı. Diğerleri bir yana, tek sorun hayaline ulaşmak için gereken cesareti göstermekti “küçük” bir feragâtle birlikte. Hedefi tek ve belliydi. Bizlerse bu kadar şanslı değiliz galiba. Bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyecek içgüdülerimiz asırlar geçtikçe körelip, bizi bir başımıza bırakmış gibi görünüyor. Kendimize, daha iyi yaşamak için kurduğumuz bireysel, toplumsal ve küresel düzenlerin içinde hep “ben buraya ait miyim?” sorgusuyla yaşıyoruz çoğumuz. Yapımıza, yeteneklerimize ilgisiz işler yapıyor, sevmediğimiz ortamlarda mutsuz yaşıyoruz. İçimizde çatıştığımız, körelmiş içgüdülerimizle çakıştığımız için bir süre sonra biribirimizle çatışıyor, biribirimizle hayallerimizin arasına giriyoruz; ölümün kendi elini atmasına gerek bırakmadan.

Herşeye rağmen, keşke hepimiz hayallerimizi daha net görebilseydik, görebilenlerimiz de ardından da gidebilseydik. Bu ikisine birden sahip şanslılar bir avuçtan fazla olsaydı aramızda; daha çok örnek, daha çok kiwi kuşumuz olsaydı. Belki ne ucunda ölüm olurdu, ne de biz biribirimizi yok yere öldürürdük...

Hoşçakal kiwi; keşke kendi kanatlarımı sana verebilseydim güzel kuş!

“(…) And I find it kind of funny
I find it kind of sad
The dreams in which I'm dying are the best I've ever had…”
“ Biraz komik, biraz hüzünlü bulurum,
İçlerinde öldüklerim hep en güzel düşlerim…”




Bu yazı “Kiwi!” adlı kısa animasyon filmi 2006 yılında tek başına hazırlayan Dony Permedy’ye, filme eldiven gibi uyan “Mad World” parçasını çalan Michael Andrews ve Gary Jules’a ve tüm yürekli kiwi kuşlarına adanmıştır.


***

1 Eylül 2009 Salı

Sonsuza Dek, Ayrılık, Dönüp Duran Yamaçlar ve Fotoğraflar

Unutuyoruz bazan, müzik duygu işi…

İnsan müzikle, hele biraz da enstrüman çalmakla uğraşmaya başlayınca şarkıların teknik kısımlarına dikkatini daha çok veriyor; işin duygusallığından uzaklaşır gibi oluyor. Oysa onca akor, dizi, o kadar egzersiz; hattâ tüm o enstrümanlar, donanım… hepsi tek bir amaca hizmet ediyor: duygulara.

Bir çok parça, dışarıdan çeşitli kategorilere ayrılsa da, en derinde her dinleyende ayrı bir his uyandırır bence. Belki beğenilir, belki beğenilmez; belki de hakkında bir kanaate varılamayacak kadar karmaşık bir izlenim bırakır dinleyicisinde. Özellikle popüler olan parçaların genel kabul gören ortak bir kimliği de oluşur gerçi; ama yine de her biri özel birer parmak izi bırakırlar insanda.

Bazı parçalar ise parmak izi bırakmaktan biraz öteye giderler…

İnsan böyle parçaları hayatında ilk kez duyduğu zaman, özellikle çok hoşuna gitmişse (ya da o parçadan nefret etmişse) ve aynı anda bir takım duyguları yoğun olarak yaşıyorsa; o parçaları o anda bulunduğu ruh haliyle ilginç bir şekilde özdeşleştiriyor ve zihni bu eşleşmeyi öylece kaydediyor. Parça sanki o anda içinde yaşanılan ruh halinin, görülen ve hissedilenlerin bir fotoğrafı haline geliyor. İlginçtir; aynı kişi yıllar geçip de o yaşanılan gün, o gün görülenleri, duyulanları ve hissedilenleri hayatının koşturmacasında unutup giderken bir gün bir yerde tekrar o şarkıya rastlıyor ve birden…

… o fotoğrafı görüyor!

Aynı duygular o fotoğrafla birlikte geri geliyor! Kişi birdenbire, şarkının kendisine hatırlattığı duyguları –bunlar olumsuz bile olsalar- taşıyan uzaklarda kalmış bir anıyla karşılaşıyor. Şaşkınlığını insan kendine gülümserken yakalıyor. Aslında zamanın akışkan bir parçasından ibaret olan müzik, kişiye aynı zamanın bu sefer dondurulup sıkıştırılmış bir kesitini, hem de geçmişten alıp getirerek gösteriyor. Müzik zamanın aktığını, onun dondurulmuş bir karesini içinde canlandırarak bir kez daha hatırlatıyor ona.




Doğan Canku’nun “Sonsuza Dek & Ayrılık” albümü, annem ve babamla Ankara’dan Marmaris’e doğru yoldayken çekmişti benim fotoğrafımı. On yaşındaydım ve yol boyunca uyuklamıştım… fakat uykumun arasında duyduğum şarkılar bir süre sonra gözlerimin kapanmasına engel olmaya başlamıştı. Doğan Canku’nun yumuşak sesi, şarkıları oluşturan güzel besteler ve gerçekten hayranlık verici flemenko gitar ezgileri kulağımdan içeri girdikçe uyanık kalmayı ister olmuştum. Halâ yatar durumda; başımın üzerindeki pencereden, araba viraj aldıkça farklı şekillerde akan ağaçlık yamaçları görüyordum. Ön taraftan annemin de parçalara eşlik ettiğini duydum. Biraz garip hissetmiştim kendimi; normalde annemin şarkı söylemesinden, sesi güzel olduğu halde hiç haz etmezdim çocuk hâlimle. Fakat bu sefer ilginç bir şekilde diğer seslerle eldiven gibi uymuş geliyordu sesi kulağıma. Bu şekilde o kaset kaç kere döndü, biz kaç tane virajdan kıvrıldık, ben ne hayallere daldım hatırlamıyorum; ama ondokuz yıl sonra yeniden dinlediğimde o yolculuk ânındaki herşeyi bana bu kadar canlı hissettirebildiğine göre kafamın içinde daha çok dönecek bu albüm. Bu anıları başkasının değil de, bir gitar virtüözünün “kaydetmesi” şansını bana tanıdıkları için benimkilere mi, yoksa Doğan Canku’ya mı teşekkür etmeliyim acaba??

***

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Gran Torino ve Özel Olmak Hakkında


Bir araba; üzerine şarkı yazılmışsa, birileri için bu kadar anlamlıysa, artık “özel” diye nitelenmeyi hak ediyordur. Bir makine bile, bir kere bu sıfatı kazanmışsa bir takım canlıların gözünde, bunun artık “daha”’sı, “çok”’u ya da “en çok”’u da olmamalı. Benim bisikletimle, Walt Kowalski’nin Gran Torino’sunun, Güniz Tanılmış’ın Portakal’ının ya da Michael Knight’ın Kara Şimşek’inin biribirinden daha fazla özel olması pek mantıklı olmasagerek. Gönül işi bu; Angelina Jolie’yi hayranlıkla takip eden milyonlarca kişinin arasından tek bir kişi için o, kendi sevdiğinden daha mı özeldir? Sanmıyorum.

Öte yandan, üzerilerine ne kadar anlam yüklenmiş olsa da, öyle zaman geliyor ki cansız nesnelerin insanlardan farklı olarak, taşıdıkları bağın koparılarak, bir başkasına devredilmesi gerekebiliyor. 72 doğumlu zeytunî spor kasa Ford Gran Torino da kendisine aşkla bağlı olan yetmişini geçkin sahibi Kowalski ile böyle bir yol ayrımına eninde sonunda geleceğini, belki de biliyordu. Mahallelinin ve züppe torununun hasetçe ağzının suyu akarak seyredip durduğu güzel araba; eninde sonunda bir “dünya malı” olduğunu hatırlamalı ve ona sahibi tarafından, ama yine de çöplüğe atılmadan, onun varlığından kendisi kadar büyük mutluluk duyacak yeni bir sahibe devredilmesine razı olmalıydı. Sonunda bir metal-yağ karışımı olan araba; olumlu (ve bazan da olumsuz) duyguların kendisi üzerinden ifade edildiği tam bir araçtı aslında.

Galiba Clint Eastwood’un canlandırdığı Walt Kowalski, kendi bedenine de arabasına karşı olana benzer bir davranış gösterdi. Tamam; bir çok kişinin yaptığı gibi, Kowalski de arabasına “kız” gibi bakarken kendi bedenini, akciğerlerinden kan gelene kadar hor kullandı. Fakat, pişmanlıklar ve vicdan azaplarıyla dolu geçmişiyle birlikte artık o bedenle yaşayabileceği bir şey kalmadığına karar verdiğinde, yine bunu da çöpe atmayarak, arabasına benzer bir devir işlemi gerçekleştirdi. Arabanın ya da Kowalski’nin hep dimdik yürüyen bedeninin ne değişim geçirdiği (ya da geçirmediği), sonlarının ne zaman geleceği, ne olacağı bir yana; her ikisinin de bir mutluluğun, huzurun kendilerinden sonra başkalarında da olsa devamı için birer sembol haline gelmesi önemli aslında. Aklı olmayan boyalı bir çelik parçası böyle evrensel bir olaya aracı olurken, ne yazıktır ki bir çok kanlı-canlı insan bedeni sadece birer otobüs gibi yükünü taşıyor, ömrü bitince de hiçbir kalıcı anlam ifade etmeden çürüyüp yok oluyor.


Çok küçükken yazları anneannemin yazlığında geçirirdim. Her gün öğlen sıcağı başlamadan önce, kahvaltım biter bitmez anneanneme dırdıra başlardım: “anneanne aaba!”. Kadıncağız evinin bulunduğu sitedeki çocuk parkı, plaj, deniz gibi yerlere değil de, benim tutturmam yüzünden her Allah’ın günü elimden tutup, beni gezmeye diye otoparka götürmek zorunda kalırdı. Daha beş yaşındaki bir çocuk arabaların arasında hayran hayran dolaşıp tek tek markaları, modelleri dili dönmeden söylemeye çalışırken; araçların arasında kendi kendine tek başına dolaşıp konuşan kadıncağızın ne yapmaya çalıştığını uzun süre kimse anlayamamış. Komşular sağ olsun, bir süre sonra deli olanın anneannem değil de benim olduğum haberi yayılınca duruma bir anlam verilebilmiş. Arabalara teker teker dokunup, tozuna kirine aldırmadan tamponlarını öpmeye çalışmam da ne yazık ki günlük rutinlerimizden biri olmuş uzun zaman.

Beş yaşındaki çocuğun kendi arabası olmasının ne demek olduğunu düşünememesinden olmalı; o zamanlar benim için belirli bir araba değil, bütün arabalar, bütün model ve renkleriyle özeldi. Bu yüzden teker teker hepsini tanımaya çalışırdım sanırım. Halâ da sokaklarda dolaşan, şahsen tanışmadığım ama sîma olarak bildiğim bir çok araba, bende değişik duygular uyandırır. Aklıma hep o arabaları çizen tasarımcılar gelir. Hesabına çalıştığı firmalar tarafından kendilerine verilen katı standartlara uyarken bir yandan da yaratıcılıkları betonun arasından inatla fırlayan yeşil bitkiler gibi kendini gösterir. Arabaya bir yüz, bir gövde; hatta bir de popo bile çizerler. Tepelerinde bulunan onca ukalâ yönetici ve mühendise rağmen bir şekilde gönüllerinden geçene en yakın şekli ortaya çıkarırlar ve bütün bu kavgadan sonra bir gün caddede dolaşırken bir şey geçer yanlarından! Birkaç yıl önce ancak kağıtta, kil makette ya da bilgisayar ekranında kendi elleriyle hazırladıkları şekil, ete-kemiğe olmasa da bir şekle bürünmüş, mırıldanarak (ya da gürleyerek) yanlarından geçiyor. Belki sahibinin bile beğenmediği, kimsenin önemsemediği o sıradan, ekonomik sınıf aile arabası bile o kadar sanayi ve ticaret curcunasının arasında en azından bir kişinin bir damla da olsa duygusunu, yaratıcılığını taşıyor. Bu ilginç gerçek o sıradan, fabrikasyon makinelerin herbirinin gözlerinde parlıyor aslında.

İsmi ister fabrika tarafından, ister alıcısı ya da eliyle yapan tarafından konulmuş olsun; her makine, üretiminin bir yerinde insanî bir histen payını alır ve bu onu özel yapar. “Özel” olan nesnelerin, olmayandan tek farkı, insana insan olduğunu hatırlatması. Bunu keşke herkes görebilse…

***

12 Haziran 2009 Cuma

TEŞEKKÜRLER BAY WRIGHT !

Aşağıda okuyacağınız yazım heavy metal ağırlıklı rock dergisi Electric'in Kasım 2008'de çıkan 2. sayısında yayınlandı. Dergi şu anda çalışmalarına ara vermiş görünüyor; ancak yazımı yayımlayan ilk basılı dergi olan Electric'in, gelecekteki çalışmalarında da elimden geldiğince yanlarında olacağım.

Müzisyenlik döneminde yaşadıklarından bahserken bir yakınım, gümbür gümbür çaldıkları bir konserin arasında hatunun birinin gelip basçılarına “sen niye hiç çalmıyorsun” dediğini anlatmıştı bana bir keresinde. Hayır, ses sisteminde hiç bir sorun yokmuş; sadece (ki bu bir erkek de olabilirdi, seksizme hayır!) yüzeysel dinleme alışkanlığı olan bir seyirci, ön planda çalan şarkıcı ve gitariste kendini fazlaca kaptırıp, müziği sırtında taşıyan alt yapı enstrümanlarından birini, bilmeden de olsa yok saymış.

Ön planda, dik seslerle, ana melodileri ya da soloları çalanlar genelde daha çok kişi tarafından dinlenir; bir çok kişi tarafından da müziğin tamamının bunlardan ibaret olduğu sanılır. Sadece basçılar değil; klavyeciler, geri vokalistler, ya da diğer eşlikçiler de bu “sen niye bir şey çalmıyorsun” meselesinden zaman zaman muzdarip olurlar; özellikle fazla solo atmak derdinde düşmeden, müziğin alt yapısına, bütünlüğünü korumaya daha çok kafa yoranlar. Bu durum Pink Floyd gibi krallar topluluklarında bile zaman zaman ortaya çıkıyor; klavyeci Rick Wright bile böyle bir zaafa kurban gidebiliyor.

Klavyeci Richard William Wright öldü....

Müzik yaşamını otuz yıla yakın (1967–79) – (1980-94) üyesi olduğu Pink Floyd’la özdeşleştirmiş olan Rick Wright; grubun değeri hakettiği kadar bilinmemiş tek üyesi olmalı. Grup arkadaşlarının, hattâ kendisi için “ya o ya ben” diyerek gruptan bir süreliğine ayrılmak zorunda bırakılmasına neden olan basçı Roger Waters’ın bile kabul ettiği bu gerçeğe rağmen Wright alçakgönüllüğünden son âna kadar vazgeçmeden çalışmaya devam etmişti. Bu alçakgönüllülük yalnızca davranışlarında ve tavırlarında değil; aynı zamanda enstrümancılığında da kendini ortaya koymuştu.

Biyografi? Wright’ın doğum tarihini, diskografisini, ölüm yerini, çoluk-çocuğunu… Internet’te bu tür şeyleri buradan çok daha kolay bulabilirsiniz. Burada okuyacaklarınız biraz daha farklı cümleler olacak...

Birlikte, grupça yapılan her türlü çalışmada dikkat isteyen önemli bir konu vardır ki herkes bunu gayet iyi bildiğini düşünür. Özellikle müzikte bir çok müzisyen tarafından aslında görmezden gelinen bu konu; bir çok grubun da bir numaralı dağılma nedenidir:

Sorumluluk, saygı.

Birlikte çalan insanların hem müzikal, hem de sosyal davranış açısından biribirine saygılı davranması grupların ayakta kalmasını sağlayan bir dayanak. Bunun resmî bir eğitimi de muhtemelen yoktur. Başkalarıyla çalarak, tecrübe sahibi olarak, müzisyenin diğer müzisyenlerin dilini, karakterini, bakış açısını öğrenmesiyle kazanılan bir özelliktir bu; ki zaman ve olgunluk gerektirir. Rick Wright’ın Pink Floyd’a kattığı en sağlam özellik de klavyecilikten önce, bu insanî tavrıyla ortaya koyduğu dengeleyicilik olmuştur. O ne Syd Barett gibi grubun daha ilk yıllarında kendini uyuşturucuya kaptırıp müzik yapamaz hâle getirmiş; ne de basçı Roger Waters gibi önce kendisinin gitmesi için grup arkadaşlarını Wall’un prodüksiyonunu bırakmakla tehdit edip sonra da bütün gruba “Pink Floyd ismini kullandıkları için” dava açma yoluna gitmiştir. Her hikâyenin iki yüzü olduğu doğru; ama galasına bile katılamadığı “The Wall” filminin ardından, Wright’ın grubun kendisi olmadan çıkardığı tek albüm The Final Cut’ı kaydetmesi sonrasında, Waters’ın ayrılmasıyla birlikte yeniden Pink Floyd’a çağrılması; ondört yıl (en azından basına yansıyan) bir sorun yaşamadan grupla çalışmaya devam etmesi, Pink Floyd’daki belki en olgun ve anlayışlı üyenin kendisi olduğunu gösterir.

Enstrümancılıkta en zor olan işlerden biri, özellikle de doğaçlamaya açık grup müziklerinde; yapılan işin amacından sapmadan, enstrümancılık gösterisini müziğin önüne geçirmeden çalabilmek olmalı. Pink Floyd gibi ünlü bir grubun klavyecisi (geçmiş yıllarda caz da çalmış olduğunu unutmamak gerek) olup halâ ön plana çıkmadan, ağırbaşlı ve diğerlerine saygılı bir üslupla çalmak gerçekten her müzisyenin harcı olmasagerek. Beste-altyapı anlayışında da aynı anlayışı ortaya koyan Rick Wright, grubun Syd Barrett, gitarist-vokalist David Gilmour ve basçı Roger Waters’tan sonra gelen bestecisi.

Eski adıyla “The Pink Floyd Sound”’un davulcu Nick Mason ve daha sonra kanlı-bıçaklı olacakları basçı Roger Waters’la birlikte kurucularından olan Rick Wright, gerçi grubun çeşitli dönemlerinde See-Saw, Paint Box, Remember a Day gibi parçaları bestelemiş, grubun belki en bilinen albümü The Dark Side of the Moon’a Us and Them, The Great Gig in the Sky gibi incileri armağan etmiştir. Fakat klavyecinin konsantrasyonu grubun da geçirdiği evrimle birlikte yavaş yavaş bestecilikten çok yeni ses dokuları üretmeye, grubun müziğini bu dokularla çevrelemeye kaymıştır. Pink Floyd’un “Psychodelic” diye ifade edilen bu uçuşkan müzik akımının öncülerinden olmasının bu açıdan en önemli etkenlerinden biri bu nedenle Rick Wright olmuştur. Wright’ın doğrudan bestecisi sıfatını taşımadığı, ancak katkısının hem bu ses dokusu anlayışıyla, hem de armonik bakış açısıyla çok büyük olduğu geri kalan hemen hemen tüm PF parçalarında hissedilir haldedir. Bu arada, Wright’ın sık sık geri vokal yaptığı PF parçalarının bazılarında ana vokalleri de üstlendiğini hatırlatalım.

Pink Floyd Dışında

Biyografisinde Wright’ın Pink Floyd’dan önce, Pink Floyd’dan “ayrı düştüğü” dönemde ve grubun dağılmasından sonra yaptığı çeşitli çalışmalar da doğal olarak mevcut. 70’lerin başlarında Syd Barrett’la yaptığı birkaç çalışma ve 2000’lerde gitarcısı David Gilmour’la çıktığı turne, kaydettikleri konser kayıtları ve sanatçıya eşlik ettiği iki albümün yanında Wright’ın gitarist Dave Harris’le ikili olarak Zee adı altında çıkardığı Identity adlı bir albümü var. Wright The Wall’un çalışmaları sırasında Walters’la yaşadığı tatsızlıklardan önce “Wet Dream” adlı bir solo albüm de çıkarmış; ama benim dikkatimi en çok 1996’da, PF’in dağılmasından iki yıl sonra çıkardığı Broken China albümü çekti. Albümü henüz dinleyememiş olsam da (itiraftan kim ölmüş), her birini ayrı ayrı sevdiğim pop şarkıcısı Sinead O’Connor, Sting’in müziğini resmen ihyâ eden gitarist Dominic Miller, davulu-perküsyonu piyano gibi çalan Manu Katche gibi isimleri görünce epey heyecanlandım açıkçası (basçı Pino Palladino ve gitarcı Tim Renwick’i bilmiyorum, üstüme gelmeyin!)…

Meraklısına: Wright ve Klavyeleri

Buradaki bilgileri Wikipedia’dan küçük bir araklamayla yazıyorum:
Wright’ın grubun ilk günlerinde çaldığı bakır nefeslileri ve bir çok canlı konserde kullandığı vibrafonu saymazsak, tabii ki ana enstrümanları tuşlular, yani klavyelerdi. Psychodelic, dub gibi sisli atmosferler yaratan müziklerin vazgeçilmez efekti olan yankılama, Binson Echorec eko (delay, reverb, chorus vs.) cihazından geçirilmiş elektronik Farfisa orgunun sesiyle özellikle Syd Barrett’lı Pink Floyd çalışmalarında Wright’ın sık sık duyurduğu bir ses olmuştur. Bir başka ilginç ve özellikle 80 öncesine kadar oldukça popüler klavye türü olan Mellotron’u kendi bestesi olan Seesaw’da, Atom Heart Mother suitinde, Sysyphus ve Ummagumma’da kullanmıştır. Bu çalışmalardan sonra Wright’ın sahneye demirbaş yaptığı iki alet Hammond orgu ve kuyruklu piyano olmuştur. Wright 70’lerdeki The Dark Side of the Moon, Wish You Were Here, Animals ve The Wall turnelerinde emektar Farfisa’sının yerine, aralarında Fender Rhodes, Wurlitzer ve Hohner gibi elektrikli piyanolarının; VCS 3, kült klavye Minimoog, ARP String Ensemble (Yaylılar Topluluğu/Ansamblesi) ve baba Prophet 5 synthesizer’larının bulunduğu çeşitli setler getirmiştir. Fakat özellikle 1987’den itibaren Wright analogdan dijitale geçmeyi tercih etmiş olacak ki; Dream Theater’ın virtüözlerinden Jordan Rudess’ın da yakın zamana kadar canlı konserlerde tüm ses aygıtlarını kontrolde kullandığı klavye azmanı Kurzweil K2600’ü de sıkça kullanmıştır.

Eski Dosttan Düşman Olmaz…

Birlikte kurduğu dünyanın en tanınmış, en çok müzisyene ilham veren gruplarından birinden Wright gibi değerli bir müzisyeni ayrılmaya zorlamış da olsa; Pink Floyd’un ileri sanat anlayışının mimarlarından olan, onu basit bir müzik topluluğu olmaktan topyekün bir sanat fabrikası haline getiren bir başka büyük müzisyen Roger Waters’ın sitesine girince koskocaman bir yazıyla karşılaşıyorsunuz. Yoruma gerek yok; aynen alıntılıyorum:

“Rick’in zamansız ölümünü duyduğumda çok üzüldüm, hasta olduğunu biliyordum, ama son anî ve şok edici şekilde geldi. Zihnim eskiden çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim ve takdir ettiğim ailesi, özellikle Jamie ve Gala ile anneleri Juliette’le birlikte. O ve yaptıklarından bahsetmek gerekirse, 60 ve 70’lerin Pink Floyd’una kattığı müzikal rengi yadsımak mümkün değil. “Us & Them “ve “Great Gig in the Sky”’daki o insanı cezbeden, caz havası taşıyan modülasyon ve akor düzenlemeleri, bunların o eserlere kattığı sıradışı insancıl ve yüce taraf, o dönemde dördümüzün yaptığı tüm çalışmalarda kendini göstermişti. Rick’in armonik geçişler konusundaki kulağı bizim için bir anakaya görevini görmüştür. “Live 8”’te onunla, David ve Nick’le son kez tekrar biraraya gelebildiğim için şükrediyorum” (http://www.roger-waters.com/).

Teşekkürler bay Wright!

Pink Floyd gibi sanatı, ideali, umudu müzik ekseninde ifade edip; resmi, sinemayı, politik söylemi ve sahne sanatını ustalıkla birleştirebilen bir topluluğa ömrünü adadığın, bu topluluğu sırtladığın, dengelediğin ve daha da yükselttiğin için teşekkürler. Sanatın kadar alçakgönüllü tavrının da herkese örnek olması dileğiyle…

Soumneal
29/09/2008

***

23 Eylül 2008 Salı

NE İŞİM VAR YAZIYLA, MÜZİKLE ??!!

NE İŞİM VAR YAZIYLA, MÜZİKLE ??!!

BEN MÜZİK DİNLEMEYE NEW KIDS ON THE BLOCK’LA BAŞLADIM!

... oh be, yeter artık senelerdir tuttuğum! Benim de sırrım buydu işte! Ayrıca, ikinci ve üçüncü kasetlerim de Mc Hammer ve The Simpson Soundtrack’ti, TAMAM MI?!

Ortalamayı kurtarır gibi yapan biraz Simpson ailesiydi aslında yine de. O sarı kasetten (kimbilir şimdi ne renk almıştır) iki şarkıyı hatırlıyorum ki ikincisi, “God Bless the Child” yükleniyordu bu kurtarma fonksiyonunu…[1] Durum neden böyle hazindi? Çünkü o yıllarda dergi falan okumadığım (hatta hiçbir şey okumadığım) için o dönem herkesin defterinde-çantasında çıkartmaları, odalarında posterleri olan özellikle o iki baba müzik dergisini de takip etmezdim; bunun cezası olarak da müzikle ilgili bir fikir sahibi olmam sağlam bir beş-altı yıl gecikmişti. Sonuçta da kalmıştım NKOTB’a… Ben o yıllarda okumak gibi banâl işler yerine, zihnimi daha gerçekçi konulara kanalize ediyordum: bilgisayar oynamak!!!

Siz bilir misiniz ey doksanlılar; dört kanalla ses üreten, 68000 MHZ’lik “şişko agnus”’un boyunduruğu altında yaşayan bir ses kartıyla, harçlıklar biriktirilerek 512 KB’tan 1MB’a “yükseltilmiş” bir RAM’in kıskacında kalmış bir ses paletinden müzik çıkarmaya çalışmayı? Ee…ööö… aslında ben de Amiga’da hiç müzik yapmadım, daha o zaman müziğin ne olduğunu zor biliyordum; ama benden önceki kuşak ağabeylerin bu daracık dört MIDI kanallı, kısıtlı elektronik ortamda Amiga oyunları için ürettikleri harika müzikleri dinledikçe müzik yapmanın, üretmenin nasıl engel tanımaz bir şey olduğunu görme şansım oldu. Her biri başlı başına bilgisayar oyunu kültürünün anıtları sayılabilecek Super Hang-on’lar, Turrican’lar, Test Drive’la, Beast’ler, Agony’ler ve daha bir çoğu için üretilmiş müzikler de her biri ciddiyetle hazırlanmış, kendi kişiliği olan, kaliteli ve usta işi bestelerdi. Aslında farkında olmadan, bana müzik dinlemeyi esas öğreten, o sıralar gözüm o başka bir şey görmeden oynadığım Amiga oyunlarının içten içe beynime işleyen müzikleri olmuştu.

Elime dergi almam ve düşürememem de aslında bilgisayar oyunları sayesinde oldu. Amiga’nın ve ondan önce küçük kardeşi C64’ün bilgisayar oyunu dünyasının tartışmasız hakimi olduğu o beş-on yıllık dönemde, şimdi bir çok kişinin pratik konularda bilgi kaynağı olarak kullandığı forumlar internet diye bir şey olmadığı için sadece dergilerde çıkardı. Neden bilmem, genellikle rock hastası ağabeylerimizin çıkardığı bu dergilerde, günümüzdeki mizah dergisi kültürünün on yıl önceki kaynakları Gırgır, Hıbır, Limon, Leman gibi dergilerin üslûbuna benzeyen tarzlarda uzun oyun anlatımları ve okuyucu mektuplarından oluşan köşeler, yani forumlar çıkardı. Çocuk olduğum o zamanlarda espri anlayışıma da resmen sınıf atlatmış olan bu dergileri okurken öyle eğlenirdim ki; temelde oyunları kritik etme amaçlı yazılan bu anlatımları, bu tartışmaları okumaktan bilgisayar oynayamaz olmuştum. Gerçi sonra ne olduysa, sadece oyuna odaklı “saf keyif yazıları” olan bu dergiler yavaş yavaş yok oldu ve şimdiki daha kalın ve bence anlatımları daha kof olan teknoloji-oyun dergileri çıkana kadar ortalık bir süre sessiz kaldı. Bu sessizlikten yine dergi okumayı bırakarak payını alan benimse içimde müzikle, yazmakla, anlatmakla ilgili bir takım zerrecikler kendilerini yok olmaktan korumayı başarmıştı.

Artık çocukluk aşkım bilgisayar oyunlarının yerini doğrudan müzikle uğraşmak ve kendi “saf keyif yazıları”’mı yazmaya çabalamak aldı. Bilgisayar oyunları ve bunların müzikleri de değişti, ben de değiştim; ama halâ düşünüyorum ki bugün müzik dergilerini okuyor ve bunlardan birine yazıyorsam bu, beş yaşından onbeş yaşına kadar başından kalkmazken farkında olmadan hiç aklıma gelmeden bana müzik dinleme keyfini aşılayan eski Commodore’um ve sonra yerine gelen Amiga’m sayesinde oldu. Pekiyi oyun dergilerinde okuduğum o yazılar bana ne göstermişti? Yalnız olmadığımı.

Bu, benim mütevazı yazma hikâyemin rönesans kısmıydı. Reformunuysa daha sonra tekrar paylaşmak istiyorum.

Amiga? Mouse’unun düğmeleri eskidi biraz; ama halâ idare ediyor…

***

Soumneal

23.08.08

soumneal.blogspot.com



[1] Birincisini sormayın, albümün açılış parçası..! Millet rap diye NWA, Dr. Dre falan dinlerken ben Bart Simpson ağızından dinlediğim çocuk şarkısını rap zannediyordum (@#%&!!!)

3 Ağustos 2008 Pazar

Sihirbazların Dayanışması

SİHİRBAZLARIN DAYANIŞMASI


Müzisyenler var, bir de “sihirbazlar” var…

…inanın bu ikinci söylediklerim de kendilerini müzisyen olarak tanıtıyorlar; ama yaptıkları işler, çaldıkları kişilere kazandırdıkları onları sihirbazlık düzeyine çıkarıyor.

Genelde en çok caz severim, çoğunlukla da caz dinlerim. Caz müziği yapan enstrümancıların hemen hemen tamamı çok ileri düzeyde müzisyenler olduğundan; bir caz grubunu dinlerken insan o anda birlikte çalan her bir enstrümanı zihninde ayrı ayrı dinleyip, ayrı birer dünya keşfedebilir. Bu nedenle bir çok caz dinleyicisi de, tıpkı bu “janr”’ın müzisyenleri gibi, müziği analiz ederek dinleme alışkanlığı edinir. Naçizane ben de genelde bu şekilde müzik dinlediğim için; kulağım sürekli olarak, caz olsun olmasın, çalan müziğin “alt yapı”’larına, yani eşlikçi konumundaki enstrümanlara kayar.

Bunun önemli bir bedeli var bu arada: Caz gibi karmaşık ve sanatsal ağırlığı fazla bir müziği dinlemeye alışan bir dinleyici, başka türlerin belli bazı örneklerinde cazdaki bu yoğunluğu her zaman bulamayabilir. Örneğin bir caz dinleyicisi, kabaca “pop” denilen ve genellikle müziği eğlence amaçlı dinleyen kişiler için hazırlanmış bu türü dinlerken, müzikal anlamda sık sık hayal kırıklığına uğrar. Bunun nedeni aynı zamanda “pop düşmanları”nın sıkça kullandığı bir eleştiri malzemesidir: pop müziği basit, karmaşıklıktan uzak yapılır ve müzikle uğraşan çoğu kişi tarafından sığ olmakla suçlanır. Hatta daha da ileri giderek, (bu yafta ne yazık ki daha çok şarkıcılara yapıştırılır) pop müziği yapan kişilere “müzisyen” yerine “popçu” diyerek onları yermeye çalışanlar bile çıkar.

Oysa pop da “sığ” diye bir yaftayı tabii ki haketmiyor. Bir müziği “sığ” ya da derin yapan esasında müziğin karmaşıklığı da değildir kanımca. Onu yazan, çalan, söyleyen müzisyenin o sırada hissettikleri derinse, samimiyse o müzik ne kadar basit olursa olsun yeterince derindir; bunu da anlamak için caz maz dinlemeye gerek yoktur. Müziği sığ, samimiyetsiz yapan (ki bu da türden bağımsızdır genelde) o müziği yapanın aklından sanat yerine sadece ticarî kaygıların geçiyor olmasıdır, ama bu konumuzun dışında tabii.


Aslında, bence pop’u eleştirenlerin unuttukları önemli bir şey var: “pop”’un da sihirbazlarının olduğu.


Yukarıda sözünü ettiğim sihirbazlar, gerek stüdyoda, gerek sahnede birlikte çaldıkları sanatçılara kendi ustalıklarını kullanarak destek olan, onların müziklerini geliştiren kimseler aslında. Bu tür bir çalışma anlayışının en önemli özelliklerinden biriyse, görev gereği birer eşlikçi konumunda olan bu müzisyenlerin çoğunun enstrümanında birer virtüöz olması. Bu kişilerin bazıları kendilerini uzun vadede birlikte çaldıkları kişiye veya gruba adayıp yeteneklerini bu yönde ortaya koyarken; bazılarıysa bir yandan diğer sanatçılarla çalıp diğer yandan kendi solo kariyerlerini ya da kendi grup çalışmalarını yürütmekteler. İşin ilginç yanı; bu destekleme işini yaptıkları kişiler her zaman da eşlikçilerinden geri kalmıyor. Arkasında çalınan kişilerin bazan eşlikçilerinden teknik olarak daha ileri, sahne anlamında daha tecrübeli, daha ileri bir aranjman ya da beste becerisine sahip; ya da daha iyi grup lideri oldukları da oluyor. Öyle ki, bazen sahneyle yeni tanışan, yeni tanınmaya başlanan bir şarkıcı, arkasındaki orkestra bireylerinin müziğe kattıkları sayesinde şöhrete kavuşurken; virtüöz düzeyinde enstrümanına hakim olan bir eşlikçi de birlikte çaldığı “front man/woman”’ın becerisi, ismi ya da kendisini yönlendirmesi sayesinde, kariyerinde çok daha ilerilere gidebiliyor.

Kısacası işin bir yanında solistler ve grup liderleri varken, diğer tarafında eşlikçiler mevcut. Fakat solist ve grup liderleri bir sonraki yazıyı bekleyecekler. İlk sıra eşlikçi sihirbazlarda…

Sting’in Orkestral Ordusu

Önce Sting. Arkasında çalmış olan ünlüleri alt alta bir duvara yazmaya kalkınca ya şaşı olunuyor ya da merdiven gerekiyor (denedim…?!).

Police grubundan sonra çıkardığı ilk solo albümüyle birlikte liste başlıyor (keşke derginin boyu yetseydi tamamına). 1985’te çıkardığı The Dream of the Blue Turtles albümü tamamen cazcılardan oluşma: Kenny Kirkland (kl.,p.), Omar Hakim (d), Darryl Jones (b) ve Branford Marsailis (s).

Zaman zaman klavyecilerin sayısı ikiye (hatta bazı performanslarda üçe) çıksa da; Kirkland’ı Sting’in bir çok albümünde ve canlı performansında özellikle piyanist kimliğiyle görmek mümkün. Çeşitli albümlerde (örneğin Brand New Day’de) Kirkland’la birlikte David Sancious (The Soul Cages ve Ten Summoner’s Tales albümlerinde), Jason Rebello ve klavyeci Kipper da Sting’in müziğini zenginleştirenler arasında. Rebello’yu, Sting’in çekimleri şans eseri ABD’de 11 Eylül 2001’de olan terör olaylarıyla aynı güne denk gelen, sanatçının Tuscan’daki villasında canlı çekilen “All This Time” video kaydında da piyano başında görmek mümkün.

Canlı performanslarda genellikle piyano, org ve diğer elektronik seslerin (“pad” denilen yumuşak arka plan sesleri, çeşitli ses efektleri vs.) birlikte çalındığı durumlar sık olduğundan, örneğin Sting’inki gibi müzikler için zaman zaman üç enstrüman ve üç ayrı klavyeci gerekir. Merak edenler için söylemekte yarar var: bu klavyeci kalabalığının nedeni genellikle bu oluyor.

Sting’in davulcuları da ayrı yıldızlar: şahsen favori davulcularımdan Manu Katche (The Soul Cages) ve artık “kemik kadroda” kabul edilebilecek olan Vinnie Collauta. İstanbul Caz Festivali’nde Haziran ayındaki Herbie Hancock – River of Possibilities konserinde İstanbul’luların da Sting dışındaki bir konserde Collauta’yı canlı izleme şansı olmuştu.

Üflemeliler? Sadece saksafondan örnek verilse, meselâ… Cehennem Silahı 4’te film boyunca çeşitli temalarla dönen “It’s Probably Me”’yi hatırladınız mı; ya da içindeki saksafon partisyonlarını? Bayanlar baylar, karşınızda belki Sting’den bile çok müzisyenle çalışmış alto saksafoncu David Sanborn! Eric Clapton, Stevie Wonder, Paul Simon, Jaco Pastorius, David Bowie, Bruce Springsteen, Elton John gibi müzisyenlerin yanında piyanist Bob James, saksafoncu Gil Evans, vokalist Al Jarreau ve gitarist George Benson gibi cazcılarla da çok sayıda çalışması var Sanborn’un. David Sanborn’u da Branford Marsailis gibi bir çok sting albümünde duymak mümkün.

Sting’in müzisyenlerini saymak sahiden bitmez; ama 1990’dan beri birlikte çalıştığı gitaristini söylememek belki de en önemli kişiyi atlamak olur: Dominic Miller. Her bir notayı teker teker bestelemiş gibi tane tane ve vurgulayarak çalan, canlı performanslardaki sololarında bile son derece olgun ve sakin üslubunu koruyan Miller, ekibin en “cool” müzisyenlerindendir bana göre.

Sting konusundan ayrılmadan önce, Sting’in kendisinin de bazı büyük müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer almış olduğunu belirmek gerekir. Bunlardan en çarpıcı örnekler arasında 1985’te Miles Davis’in “You’re Under Arrest” adlı albümüne konuk sanatçı olması, 1987’de saksafoncu ve besteci Gil Evans’ın Sting parçalarının çalındığı canlı kayıt albümünde “bigband” içinde görev alması ve 1988’de avantgarde besteci Frank Zappa’nın “Broadway the Hard Way” albümünde “Murder by Numbers” parçasını seslendirmesi verilebilir.

Madonna’nın Arkasında Kimler Var?

Şahsen pek de favori şarkıcılarım arasında sayamayacağım Madonna’nın yine de keyifle dinlediğim bir çok parçası var. İnancıma (ve duyabildiğime) göre, Madonna’nın parçalarında yakalanan sağlam tınının sırrı kendisiyle çalışan aranjör, teknisyen ve diğer enstrümancıların yanında, klavyecilerinin elinde. Madonna’nın sahnede 2006 yılına kadar birlikte çalıştığı iki klavyeci Marcus Brown ve Mike McKnight. Profesyonel müzik klavyesi üreticisi Roland’ın internet sitesindeki ropörtajlarına göre Brown ekibin sahnede görev alan baş klavyecisiyken, daha önce soul grubu Earth Wind & Fire’la çalışmış olan McKnight, 1990 yılından beri sahne dışından yardımcı klavye partisyonları, özel efektler, sequencer kullanımı gibi işlerden sorumlu olarak çalışmış(1). Görünen o ki; bu iki eleman sanatçının son albümü Hard Candy’de yerlerini Hannon Lane ve Danja adlı müzisyenlere bırakmışlar.

Virtüözlük derecesi konusunda yorum yapmadan belirtmek gerekir ki; Madonna’nın son albümü Hard Candy’nin rap’çi prodüktör Timbaland’le birlikte yapımını üstlenenlerden biri olan Justin Timberlake, albümün hazırlayanlar listesinde gitar ve davulda görünüyor (albümün bir dans-pop albümü olduğunu hatırlatalım). Aynı albümde rap’çi Kanye West de rap vokalleriyle çalışmış.


Biraz da “baba”lardan bahsedelim…


Herbie Hancock ve R&B

Geçen ay İstanbul Caz Festivali için iki farklı konser grubuyla Türkiye’ye gelen Herbie Hancock basit anlamda eşlikçi olmaktan çok çevresindeki pop ve özellikle r&b müzisyenlerine daha farklı şekillerde destek olmayı tercih eden müzisyenlerden. Caz dünyasında döneminin en ileri görüşlü ve yol gösterici virtüözlerinden olan Hancock, özellikle 2005’te çıkardığı Possibilities albümünde bir yandan diğer pop, blues ve r&b müzisyenlerinin önceden çıkardıkları parçalarına onlarla birlikte yeni bir yorum ortaya koyarken, diğer yandan onlara olan saygısını da büyük bir alçakgönüllülük içinde dile getirmiş oluyor.

Possibilities bir R&B – Blues - Caz karışımı aslında; ama söz konusu olan Herbie Hancock olunca ortaya konan yorum bu üç müzik türünün sıradan bir karışımından çok ilerilere gidip, tam anlamıyla sihirsel bir boyut kazanıyor. Hancock bir yandan çalınan parçaların orijinallerine ve “eşlik” ettiği sanatçıların parça içindeki hareket alanlarna saygılı davranırken, bir yandan da geleneğinden geldiği caz kökeninden ve kendi yaratıcılığından kattığı çeşitli armonik ve melodik renklerle parçaların alt yapılarını yeniden yorumluyor. Albümde yer alan müzisyenlerin bazıları (kendi altmış yıllık sanat yaşamıyla kıyaslamadan söylemek gerekirse) diğerlerine göre daha yeni, bazıları daha eski, köklü müzisyenler. Hancock’la birlikte söyleyenlerin ve çalanların arasında Cristina Aguilera, Jonny Lang, Damien Rice ve Raul Midon gibi yeni kuşak sanatçıların yanısıra, Stevie Wonder, Paul Simon, Carlos Santana ve Sting gibi orta yaştaki müzisyenler de mevcut; bu sanatçıların hepsi kendi şarkılarını söylüyor albümde.

Konunun bir anlık dışına çıkarak, Hancock’un 1995’te de benzer bir albüm çıkardığını belirtmek isterim. Hancock klasikleşmiş pop ve rock parçalarını kendi stiliyle yorumladığı albümüne “The New Standard (Yeni Standart)” ismini koyarak, çaldığı besteler için “onlar da birer caz standardı olacak kalitede” der gibi. Sanatçı bu şekilde, bu parçaları besteleyen ya da çalan kişilere saygısını ortaya koymuş albümünde. Possibilities’den farklı olarak bestecileri olmadan, kendi grubuyla enstrümantal olarak yorumladığı albüme seçtiği parçalar sanatçının geniş vizyonunu ortaya koyuyor. Bunlardan bazıları: “Mercy Street” (Peter Gabriel), “Norwegian Wood” (J. Lennon, P. McCartney), “Love is Stronger than Pride” (Sade), “Scarbrough Fair” (Simon & Garfuncle) ve “All Apologies” (Kurt Cobain).

Billy Preston: B3 Ondan Sorulur!

Sadece Hammond B3 mü? Fender Rhodes ve clavinetin de canavarı olan bir başka klavye ustasından da bahsetmek gerekir. Ünlü soul, blues ve R&B klavyecisi Billy Preston, 60’ların kült grubu Beatles’la 1962’den, grubun dağıldığı 1970’e kadar birlikte çalışmıştır. Preston Beatles’la yaptığı çalışmalar sırasında, gruba sağladığı katkılar nedeniyle Beatles’ın bir anlamda 5. elemanı gibi kabul edilmiş ve basında “the fifth Beatle / Beşinci Beatle” olarak lanse edilmiştir(2). Preston, grubun dağılmasından sonra da Ringo Starr ve yakın dostluğu ile kendisini gruba kazandırmış olan arkadaşı George Harrison’a da solo çalışmalarında eşlik etmiştir.

Blues ve soul müziklerinin kral-kraliçeleri de Billy Preston’ın çalıştığı kişiler arasında. Eric Clapton, Ray Charles, Aretha Franklin ve Sly Stone gibi efsanelerle birlikte, Elton John, Nat King Cole, Sammy Davis Jr., Bob Dylan gibi büyüklerle de bir çok performansı bulunmaktadır.

70’lerde Rolling Stones’la da piyanist Nicky Hopkins’in yanında “Sticky Fingers”, “Exile on Main Street”, “Goats Head Soup”, “It's Only Rock'n Roll” ve “Black and Blue” albümleri için çalmış olan Billy Preston, ölümünden yaklaşık bir ay önce ve oldukça hasta olmasına rağmen, son konserlerinden biri olarak Red Hot Chili Peppers’ın 9 Mayıs 2006’daki Stadium Arcadium konserinde yer aldı. Müzik dünyası, bir çok müzisyenin gıpta edeceği şekilde yaşamının sonuna kadar sahnelerde olan klavye ustası Preston’ı 6 Haziran 2006’da ABD’nin Arizona eyaletinde kaybetti.


Basta Marcus Miller…

Temmuz’da İKSV’nin festivalinde çalan bir başka usta daha… Ön grup olarak kendisine eşlik eden (… ve az kalsın kendisini gölgede bırakacak olan) soul grubu Power of Tower’la birlikte İstanbul’da izlediğimiz ünlü basçı Marcus Miller da bir çok müzisyene “sideman” olarak destek vermiş kişilerden. Miller’ın müziğine katkıda bulunduğu kişiler arasında, bir çok şarkısını birlikte yazdıkları kendisine eşlik ettiği R&B şarkıcısı Luther Vandross, “Legend” adlı grupta birlikte çaldığı Eric Clapton, rapçi LL Cool J ve hatta Frank Sinatra bile var.

Sitesindeki S.S.S. köşesinde Miller, kendisine stüdyo müzisyeni olarak neler yaptığı sorulduğunda; “yaptığım işlerin %80’i yazılı müziğin seslendirilmesi. Özellikle Dave Grusin [piyano], Bill Eaton (saksafoncu Grover Washington Jr. ve besteci/perküsyoncu Ralph MacDonald’ın aranjörü), Bob James [piyano], (ölmeden önce) Arif Mardin ve Leon Pendarvis (Roberta Flack, TV programı Saturday Night Live, ve ABD’de gösterime giren bir çok reklâm müziğinin aranjörü)’ten oldukça detaylı partisyonlar geliyor. Çevremdeki basçıların çoğu kulaktan öğrenmiş olduklarından nota okumada genelde sıkıntı çekiyorlar. Bense 10 yaşında aldığım klasik klarnet eğitimim sırasında kazandığım nota okuma becerim sayesinde hem bana verilen stüdyo işlerini kolaylıkla yapabiliyor, hem de ilk kez bana verilen bir partisyonu okuyarak canlı olarak çalabiliyorum”(3) diye yanıt veriyor.

Marcus Miller’ın Miles Davis’in ekibinde de 1980-1990 yılları arasında çalmış olduğunu hatırlatmak gerek.

Popüler müzik türlerinin çoğunda, aslında belli-belirsiz bir imece usûlü hakim. Bir çok müzisyen kendilerini bireysel olarak belli alanlara konsantre ederken, çalışmalarını bu yönde ilerletirken, çevresinden ya da profesyonel kanallar aracılığıyla başka müzisyenlerden destek alıyor. İşin güzel tarafı müziğin özünde saklı: bir müzisyenin diğerine verdiği örneğin bir enstrümancılık desteği çoğunlukla basit bir “gelip çalıp parayı sayıp gitmek” ilişkisinden öteye geçiyor. Bu insanlar biribirlerine fikirlerini söylüyor, biribirlerine vizyon katıyor ve her bir iş birliğinden sonra tüm katılımcılar bir sonraki çalışmalarına daha aydınlanmış şekilde başlıyor. Kimi diğerinin çalışma anlayışından esinleniyor, kimi diğerine performansı sırasında kullanabileceği birkaç basit numara öğretiyor… fakat en güzel kısmı, en usta müzisyen bile bir şekilde birlikte “iş” ürettiği, müzik ürettiği, gösteri ürettiği yeni bir diğer müzisyenden (ve hatta prodüktör ya da ses teknisyeninden, kim bilir, belki de ışıkçıdan) yeni bir şey öğreniyor. Tüm bu yukarıdaki insanların kendi “fildişi kule”’lerine çekilmektense ömürleri boyunca başka müzisyenlerle çalışmalarının asıl nedeni bence bu. Para mı? O tecrübeden sonra ikinci sırada gelmeli…

***

(1) http://www.rolandus.com/community/insider/artists_articles.aspx?ArticleId=17

(2) “5. Beatle” ünvanı, grubun resmî olarak yaptığı bir adlandırma olmaktan çok, dönemin basınının Beatles’la yoğun şekilde çalışan belli bazı müzisyenler için kullandığı bir terimdir. Kaynaklar anonim olsa da, bu ünvanı taşıyan dört müzisyenden bahsedilir: Bunlardan ilk ikisi grubun gitaristi George Harrison tarafından, Preston’la olan yakın dostluğuna rağmen bir basın söyleşisi sırasında “yalnızca” Derek Taylor ve Neil Aspinal olarak belirtilmiştir. Başka kaynaklara göreyse diğer iki 5. Beatle Tony Sheridan ve Billy Preston’dır.

(3) http://www.marcusmiller.com/faq.html?category=4&faqid=142&color=6 (çeviri ve özetleme: Soumneal)

Soumneal

03.08.08

soumneal.blogcu.com

MEHLDAU: CAZIN GENİŞ YÜZEYİ

Zaman zaman bana piyano hocalığı yapan müzisyen bir arkadaşım var. Bill Evans gibi bir tarzı vardır çalarken. Müzikte öncelikle armoniye ve yaratıcılığa önem veren bu insan bana arasıra derdi ki; iyi duyan, çalacağı seslere ait tuşları piyano üzerinde iyi gören biri sadece iki parmağıyla bile güzel, dinlenebilir müzikler çalabilir. Uzun süre düşündüm bunun ne demek olduğunu. Sonra aklıma piyanoya (ya da klavyeye) virtüöz düzeyinde hakim olan onca piyanist varken hoca-arkadaşımın bana dinlemem için Bill Evans’ın, Herbie Hancock’un yanında Brad Mehldau’yu tavsiye etmesi geldi.

Öğretmen sözü dinleyip Mehldau’nun parçalarını dinlerken kendimde bir şey dikkatimi çekti: “aman bu melodiyi nasıl bu kadar hızlı çalmış” yerine “ne kadar değişik bir yorum yapmış; demek o akorlar böyle de basılabiliyormuş…”, “bu parça Oasis’in Wonder Wall’u değil mi? Caz triosuyla da ne kadar dinamik olmuş” ya da “vay vay, Radiohead’den de cover’lar yapmış; ama parçalarının ruhu nasıl da yerinde kalmış” gibi düşünceler aklıma geliyordu. Teknik olarak Mehldau da diğer piyanistlerden asla eksik kalmamasına karşın; parçalarında teknik ustalığını vurgulamak yerine, çaldığı müziklere karşı büyük bir üsluba saygı ve alçakgönüllülük içeriyordu müziği. Sanırım Evans’ın ve Hancock’un armoni konusundaki yaratıcılığı ve özellikle Hancock’un cazdan başka müziklere kucak açma tavrı Mehldau’yu öğretmenimin bana tavsiye etmesini sağladı.

Brad Mehldau. 1970 ABD doğumlu caz müzisyeni. Yeni nesil caz piyanistlerinden.

Bütün olarak bakılınca aslında Mehldau’nun müziği insana sanki çift kişilikliymiş gibi bir izlenim veriyor. Caz müziğinin yaşayan en yaratıcı gitaristlerinden biri olan Pat Metheny’yle çıkardığı iki albümdeki çalışı istisna olabilir; ama kendi solo çalışmalarına ve kendinden önceki kuşak cazcılarla yaptığı, çoğunlukla standart[1] çaldığı performanslarına bakılınca Mehldau piyano başında temelde iki farklı stil kullanıyormuş gibi hissediliyor. Örneğin, kariyerinde en önemli çalışmalarından kabul edilen, Jashua Redman’la yaptığı müzikte çok daha siyahî, geleneksel caz kokan bir üslubu var. Fakat kendi bestelerini ya da caz standardı olmayan başka müzikleri yorumlarken, geleneksel cazdan çok klasik müzik duygusu hissettiren, “kuzey avrupa cazı” dedikleri tarza daha yakın bir tarzı tercih ediyor. Yeri gelmişken kişisel yorumumu ekleyeyim: normalde daha geleneksel stilleri seven biri olarak; örneğin bir Esbjorn Svensson’un (şahsen her ne kadar oldukça yaratıcı bulsam da) zaman zaman beni sıkan tarzına çok yakın bulduğum şekillerde çalması bazan Mehldau’yu dinlememi güçleştiriyor.

Lâkin Mehldau’nun Granada adlı parçasını seviyorum… bir de Radiohead’in Exit Music (for a Film) yorumunu… bir de Day is Done’ı… bir de…

Mehldau’nun müziğinin özellikli bir de ritm yönü var. Brad Mehldau kendi bestelerinde, caz bestelerinde geleneksel olarak (bu kıyaslamayı özellikle mainstream caz için yapıyorum) çok fazla karşılaşılmayan ölçüler ve formlar kullanıyor. Gerçi geleneksel; yani siyahî kökenli (etnik öğelerin daha az bulunduğu) caz müziği de tabii ki sadece “biir- kii ve bir-kii-üç-hop” diye çalınmıyor; kaynağını aldığı afrika ritm geleneğine boçlu olduğu sayısız karmaşık ritmik yapıları içeriyor. Fakat Mehldau’nun kullandıkları -caz geleneğini kendinde içselleştirmiş her müzisyenin “ödünç aldığı” bazı kalıpları saymazsak- daha bir takip edilebilir, ama alışılagelmemiş ritm yapıları. Bu yapılar insana Mehldau’nun ritmik açıdan Afrika’dan çok, Avrupa’dan ilham aldığı izlenimini veriyor aslında. Hatta –ki Mehldau genel olarak iyi bir rock/heavy metal dinleyicisi olduğunu saklamıyor- piyanist-bestecinin bazı parçalarını “progressive rock” müziğine bile benzetmek mümkün. Dinleyen bilir; progressive rock da tanımı gereği orta avrupa klasik müziğini temel ilham malzemesi yapar; tıpkı Mehldau’nun özgün bestelerinin çok benzediği kuzey avrupa caz müziğinin yaptığı gibi. Düzensiz izlenimi veren aksak ölçülü ritmler parçaların örneğin nakarat bölümlerinde zaman zaman düzenli ölçülere, ardından yeniden başka düzensiz ritmlere dönüşüyor. Özellikle bu belli kısımlarda belli ölçülere değişmesi özelliğiyle, Mehldau’nun besteleri zaman zaman ritmik olarak yavaşlatılmış (ve distortion içermeyen!) progressive rock şarkılarına benziyor… tabii sadece ritmik olarak!

Mehldau’nun, diğer taraftan hoşuma giden bir yönü var: düşüncelerini de müziği gibi insanlarla paylaşıyor.

Meselâ burada oturuyoruz; müzik gibi seslerle yapılan bir sanat hakkında, görsel bir iletişim kanalı kullanarak düşünce alış-verişi yapıyoruz. Bunun nedeni bu dergiyi okuyan herkesçe biliniyordur: yazıyoruz, üzerinde konuşuyor, dinliyoruz; çünkü sanat, düşünülerek yapılan bir iş. Düşünceler ve fikirler de aslında paylaşılarak daha gelişkin hâle gelirler. Tabii bu yoruma açıktır: zîra bazı sanatçılar -bu bağlamda müzisyenler- kafalarındaki fikirleri, düşünceleri sözle ya da başka kanallar kullanarak ifade etmek yerine, sadece sanatlarını ortaya koymayı tercih ederler. Bunun sebebi çeşitlidir büyük ihtimalle. Ortaya koydukları işlerin dinleyicinin kafasında yerine göre kendilerinin bile düşünmediği farklı yorumlar ortaya çıkarmasını, yani eserlerini “yoruma açık” halde bırakmayı tercih etmeleri olabilir; ya da uç bir örnek olarak “deşifre olmaktan” kaygılanmak gibi basit, insanca bir zaaf da düşünceleri üzerine konuşmaktan kendilerini alıkoyuyor olabilir. Diğerleriyse; “neden anlatmıyorsun kafandakileri kardeşim; ben mecbur muyum senin fildişi kulene yüz sürmeye??!!” diyenlerle muhattap olmak yerine, bir yandan besteler, çalar ve doğaçlarlar; diğer yandan da ya oturur bir yerlere yazarlar, ya da birilerine söyleşi verir veya bir başkalarına öğretmenlik yaparlar. Mehldau’nun sevdiğim yanı da bu oldu işte. Çeşitli yerlere yazdığı makalelerinde hem caz müziği, doğaçlama (nâm-ı diğer “emprovizasyon”) ve hatta armoni gibi teknik konular hakkındaki düşüncelerini anlatıyor; hem de kendisiyle yapılan ropörtajlar sırasında konuşarak, açık kalplilikle kendinden bahsediyor. Mehldau hakkında Almanya’dayken hazırlanmış bir belgesel bile var (video paylaşım sitelerinden bulunabiliyor).

Mehldau’nun (kızmasın bana, iyi niyetle söylüyorum) “çenesi düşük” bir müzisyen olmasının ne gibi faydaları var da diğerlerinin yok:

1) Benim gibi çömezlere hakkında yazabilmek için bolca materyal sağlıyor

2) Konserlerde piyano başındaykenki garip sahne duruşunun aksine:

a. sağ omzunda bir sakatlık olması ve

b. bu sakatlık izlenimi veren omuzdan seğirtme hareketini Lyle Mays’den yürütüp yürütmemiş olması

konularında korkulacak bir şey olmadığını ortaya koyuyor

… ve nihayet:

3) Entelektüel bir sanatçı olarak fikirlerini ortaya koyarak dinleyicilerinin (ya da okuyucularının) bilincini artırıyor ve kendisini örnek alan daha genç insanlara yeni fikirler veriyor.

Kendim de yeni sayılabilecek bir caz dinleyicisi olarak bana caz dinlemeye yeni başlayacak birine dinlemesi için birkaç müzisyen tavsiye etmem istenseydi; Mehldau’yu bu müziğin önde gelen temsilcileri arasında önermezdim şüphesiz. Fakaaaat… en az yüz yıllık tarihi olan bu müziğin hiç de tutucu kalıpların müziği olmadığını, günümüzde halâ yaratıcı caz çalışmalarının yapıldığını göstermem istenseydi iş değişirdi. Öyle ki, elektronik enstrümanların ses dokuları üzerindeki avantajlarına bile gerek olmadan bir akustik piyanoyla, bir basla ve davulla ne kadar geleceğe yönelik, ilginç ve yaratıcı müzikler bestelenebileceğini, doğaçlanabileceğini göstermek… Mehldau’daki asıl sihir bu bence. Kendisini bu nedenle düşünmeden önerirdim. Size de öneririm.

***

Soumneal

07.07.08



[1] Standart: Klasikleşmiş, her sanatçının kendin tarzıyla yorumladığı caz besteleri (D.E.).