3 Ağustos 2008 Pazar

Sihirbazların Dayanışması

SİHİRBAZLARIN DAYANIŞMASI


Müzisyenler var, bir de “sihirbazlar” var…

…inanın bu ikinci söylediklerim de kendilerini müzisyen olarak tanıtıyorlar; ama yaptıkları işler, çaldıkları kişilere kazandırdıkları onları sihirbazlık düzeyine çıkarıyor.

Genelde en çok caz severim, çoğunlukla da caz dinlerim. Caz müziği yapan enstrümancıların hemen hemen tamamı çok ileri düzeyde müzisyenler olduğundan; bir caz grubunu dinlerken insan o anda birlikte çalan her bir enstrümanı zihninde ayrı ayrı dinleyip, ayrı birer dünya keşfedebilir. Bu nedenle bir çok caz dinleyicisi de, tıpkı bu “janr”’ın müzisyenleri gibi, müziği analiz ederek dinleme alışkanlığı edinir. Naçizane ben de genelde bu şekilde müzik dinlediğim için; kulağım sürekli olarak, caz olsun olmasın, çalan müziğin “alt yapı”’larına, yani eşlikçi konumundaki enstrümanlara kayar.

Bunun önemli bir bedeli var bu arada: Caz gibi karmaşık ve sanatsal ağırlığı fazla bir müziği dinlemeye alışan bir dinleyici, başka türlerin belli bazı örneklerinde cazdaki bu yoğunluğu her zaman bulamayabilir. Örneğin bir caz dinleyicisi, kabaca “pop” denilen ve genellikle müziği eğlence amaçlı dinleyen kişiler için hazırlanmış bu türü dinlerken, müzikal anlamda sık sık hayal kırıklığına uğrar. Bunun nedeni aynı zamanda “pop düşmanları”nın sıkça kullandığı bir eleştiri malzemesidir: pop müziği basit, karmaşıklıktan uzak yapılır ve müzikle uğraşan çoğu kişi tarafından sığ olmakla suçlanır. Hatta daha da ileri giderek, (bu yafta ne yazık ki daha çok şarkıcılara yapıştırılır) pop müziği yapan kişilere “müzisyen” yerine “popçu” diyerek onları yermeye çalışanlar bile çıkar.

Oysa pop da “sığ” diye bir yaftayı tabii ki haketmiyor. Bir müziği “sığ” ya da derin yapan esasında müziğin karmaşıklığı da değildir kanımca. Onu yazan, çalan, söyleyen müzisyenin o sırada hissettikleri derinse, samimiyse o müzik ne kadar basit olursa olsun yeterince derindir; bunu da anlamak için caz maz dinlemeye gerek yoktur. Müziği sığ, samimiyetsiz yapan (ki bu da türden bağımsızdır genelde) o müziği yapanın aklından sanat yerine sadece ticarî kaygıların geçiyor olmasıdır, ama bu konumuzun dışında tabii.


Aslında, bence pop’u eleştirenlerin unuttukları önemli bir şey var: “pop”’un da sihirbazlarının olduğu.


Yukarıda sözünü ettiğim sihirbazlar, gerek stüdyoda, gerek sahnede birlikte çaldıkları sanatçılara kendi ustalıklarını kullanarak destek olan, onların müziklerini geliştiren kimseler aslında. Bu tür bir çalışma anlayışının en önemli özelliklerinden biriyse, görev gereği birer eşlikçi konumunda olan bu müzisyenlerin çoğunun enstrümanında birer virtüöz olması. Bu kişilerin bazıları kendilerini uzun vadede birlikte çaldıkları kişiye veya gruba adayıp yeteneklerini bu yönde ortaya koyarken; bazılarıysa bir yandan diğer sanatçılarla çalıp diğer yandan kendi solo kariyerlerini ya da kendi grup çalışmalarını yürütmekteler. İşin ilginç yanı; bu destekleme işini yaptıkları kişiler her zaman da eşlikçilerinden geri kalmıyor. Arkasında çalınan kişilerin bazan eşlikçilerinden teknik olarak daha ileri, sahne anlamında daha tecrübeli, daha ileri bir aranjman ya da beste becerisine sahip; ya da daha iyi grup lideri oldukları da oluyor. Öyle ki, bazen sahneyle yeni tanışan, yeni tanınmaya başlanan bir şarkıcı, arkasındaki orkestra bireylerinin müziğe kattıkları sayesinde şöhrete kavuşurken; virtüöz düzeyinde enstrümanına hakim olan bir eşlikçi de birlikte çaldığı “front man/woman”’ın becerisi, ismi ya da kendisini yönlendirmesi sayesinde, kariyerinde çok daha ilerilere gidebiliyor.

Kısacası işin bir yanında solistler ve grup liderleri varken, diğer tarafında eşlikçiler mevcut. Fakat solist ve grup liderleri bir sonraki yazıyı bekleyecekler. İlk sıra eşlikçi sihirbazlarda…

Sting’in Orkestral Ordusu

Önce Sting. Arkasında çalmış olan ünlüleri alt alta bir duvara yazmaya kalkınca ya şaşı olunuyor ya da merdiven gerekiyor (denedim…?!).

Police grubundan sonra çıkardığı ilk solo albümüyle birlikte liste başlıyor (keşke derginin boyu yetseydi tamamına). 1985’te çıkardığı The Dream of the Blue Turtles albümü tamamen cazcılardan oluşma: Kenny Kirkland (kl.,p.), Omar Hakim (d), Darryl Jones (b) ve Branford Marsailis (s).

Zaman zaman klavyecilerin sayısı ikiye (hatta bazı performanslarda üçe) çıksa da; Kirkland’ı Sting’in bir çok albümünde ve canlı performansında özellikle piyanist kimliğiyle görmek mümkün. Çeşitli albümlerde (örneğin Brand New Day’de) Kirkland’la birlikte David Sancious (The Soul Cages ve Ten Summoner’s Tales albümlerinde), Jason Rebello ve klavyeci Kipper da Sting’in müziğini zenginleştirenler arasında. Rebello’yu, Sting’in çekimleri şans eseri ABD’de 11 Eylül 2001’de olan terör olaylarıyla aynı güne denk gelen, sanatçının Tuscan’daki villasında canlı çekilen “All This Time” video kaydında da piyano başında görmek mümkün.

Canlı performanslarda genellikle piyano, org ve diğer elektronik seslerin (“pad” denilen yumuşak arka plan sesleri, çeşitli ses efektleri vs.) birlikte çalındığı durumlar sık olduğundan, örneğin Sting’inki gibi müzikler için zaman zaman üç enstrüman ve üç ayrı klavyeci gerekir. Merak edenler için söylemekte yarar var: bu klavyeci kalabalığının nedeni genellikle bu oluyor.

Sting’in davulcuları da ayrı yıldızlar: şahsen favori davulcularımdan Manu Katche (The Soul Cages) ve artık “kemik kadroda” kabul edilebilecek olan Vinnie Collauta. İstanbul Caz Festivali’nde Haziran ayındaki Herbie Hancock – River of Possibilities konserinde İstanbul’luların da Sting dışındaki bir konserde Collauta’yı canlı izleme şansı olmuştu.

Üflemeliler? Sadece saksafondan örnek verilse, meselâ… Cehennem Silahı 4’te film boyunca çeşitli temalarla dönen “It’s Probably Me”’yi hatırladınız mı; ya da içindeki saksafon partisyonlarını? Bayanlar baylar, karşınızda belki Sting’den bile çok müzisyenle çalışmış alto saksafoncu David Sanborn! Eric Clapton, Stevie Wonder, Paul Simon, Jaco Pastorius, David Bowie, Bruce Springsteen, Elton John gibi müzisyenlerin yanında piyanist Bob James, saksafoncu Gil Evans, vokalist Al Jarreau ve gitarist George Benson gibi cazcılarla da çok sayıda çalışması var Sanborn’un. David Sanborn’u da Branford Marsailis gibi bir çok sting albümünde duymak mümkün.

Sting’in müzisyenlerini saymak sahiden bitmez; ama 1990’dan beri birlikte çalıştığı gitaristini söylememek belki de en önemli kişiyi atlamak olur: Dominic Miller. Her bir notayı teker teker bestelemiş gibi tane tane ve vurgulayarak çalan, canlı performanslardaki sololarında bile son derece olgun ve sakin üslubunu koruyan Miller, ekibin en “cool” müzisyenlerindendir bana göre.

Sting konusundan ayrılmadan önce, Sting’in kendisinin de bazı büyük müzisyenlerin albümlerinde konuk sanatçı olarak yer almış olduğunu belirmek gerekir. Bunlardan en çarpıcı örnekler arasında 1985’te Miles Davis’in “You’re Under Arrest” adlı albümüne konuk sanatçı olması, 1987’de saksafoncu ve besteci Gil Evans’ın Sting parçalarının çalındığı canlı kayıt albümünde “bigband” içinde görev alması ve 1988’de avantgarde besteci Frank Zappa’nın “Broadway the Hard Way” albümünde “Murder by Numbers” parçasını seslendirmesi verilebilir.

Madonna’nın Arkasında Kimler Var?

Şahsen pek de favori şarkıcılarım arasında sayamayacağım Madonna’nın yine de keyifle dinlediğim bir çok parçası var. İnancıma (ve duyabildiğime) göre, Madonna’nın parçalarında yakalanan sağlam tınının sırrı kendisiyle çalışan aranjör, teknisyen ve diğer enstrümancıların yanında, klavyecilerinin elinde. Madonna’nın sahnede 2006 yılına kadar birlikte çalıştığı iki klavyeci Marcus Brown ve Mike McKnight. Profesyonel müzik klavyesi üreticisi Roland’ın internet sitesindeki ropörtajlarına göre Brown ekibin sahnede görev alan baş klavyecisiyken, daha önce soul grubu Earth Wind & Fire’la çalışmış olan McKnight, 1990 yılından beri sahne dışından yardımcı klavye partisyonları, özel efektler, sequencer kullanımı gibi işlerden sorumlu olarak çalışmış(1). Görünen o ki; bu iki eleman sanatçının son albümü Hard Candy’de yerlerini Hannon Lane ve Danja adlı müzisyenlere bırakmışlar.

Virtüözlük derecesi konusunda yorum yapmadan belirtmek gerekir ki; Madonna’nın son albümü Hard Candy’nin rap’çi prodüktör Timbaland’le birlikte yapımını üstlenenlerden biri olan Justin Timberlake, albümün hazırlayanlar listesinde gitar ve davulda görünüyor (albümün bir dans-pop albümü olduğunu hatırlatalım). Aynı albümde rap’çi Kanye West de rap vokalleriyle çalışmış.


Biraz da “baba”lardan bahsedelim…


Herbie Hancock ve R&B

Geçen ay İstanbul Caz Festivali için iki farklı konser grubuyla Türkiye’ye gelen Herbie Hancock basit anlamda eşlikçi olmaktan çok çevresindeki pop ve özellikle r&b müzisyenlerine daha farklı şekillerde destek olmayı tercih eden müzisyenlerden. Caz dünyasında döneminin en ileri görüşlü ve yol gösterici virtüözlerinden olan Hancock, özellikle 2005’te çıkardığı Possibilities albümünde bir yandan diğer pop, blues ve r&b müzisyenlerinin önceden çıkardıkları parçalarına onlarla birlikte yeni bir yorum ortaya koyarken, diğer yandan onlara olan saygısını da büyük bir alçakgönüllülük içinde dile getirmiş oluyor.

Possibilities bir R&B – Blues - Caz karışımı aslında; ama söz konusu olan Herbie Hancock olunca ortaya konan yorum bu üç müzik türünün sıradan bir karışımından çok ilerilere gidip, tam anlamıyla sihirsel bir boyut kazanıyor. Hancock bir yandan çalınan parçaların orijinallerine ve “eşlik” ettiği sanatçıların parça içindeki hareket alanlarna saygılı davranırken, bir yandan da geleneğinden geldiği caz kökeninden ve kendi yaratıcılığından kattığı çeşitli armonik ve melodik renklerle parçaların alt yapılarını yeniden yorumluyor. Albümde yer alan müzisyenlerin bazıları (kendi altmış yıllık sanat yaşamıyla kıyaslamadan söylemek gerekirse) diğerlerine göre daha yeni, bazıları daha eski, köklü müzisyenler. Hancock’la birlikte söyleyenlerin ve çalanların arasında Cristina Aguilera, Jonny Lang, Damien Rice ve Raul Midon gibi yeni kuşak sanatçıların yanısıra, Stevie Wonder, Paul Simon, Carlos Santana ve Sting gibi orta yaştaki müzisyenler de mevcut; bu sanatçıların hepsi kendi şarkılarını söylüyor albümde.

Konunun bir anlık dışına çıkarak, Hancock’un 1995’te de benzer bir albüm çıkardığını belirtmek isterim. Hancock klasikleşmiş pop ve rock parçalarını kendi stiliyle yorumladığı albümüne “The New Standard (Yeni Standart)” ismini koyarak, çaldığı besteler için “onlar da birer caz standardı olacak kalitede” der gibi. Sanatçı bu şekilde, bu parçaları besteleyen ya da çalan kişilere saygısını ortaya koymuş albümünde. Possibilities’den farklı olarak bestecileri olmadan, kendi grubuyla enstrümantal olarak yorumladığı albüme seçtiği parçalar sanatçının geniş vizyonunu ortaya koyuyor. Bunlardan bazıları: “Mercy Street” (Peter Gabriel), “Norwegian Wood” (J. Lennon, P. McCartney), “Love is Stronger than Pride” (Sade), “Scarbrough Fair” (Simon & Garfuncle) ve “All Apologies” (Kurt Cobain).

Billy Preston: B3 Ondan Sorulur!

Sadece Hammond B3 mü? Fender Rhodes ve clavinetin de canavarı olan bir başka klavye ustasından da bahsetmek gerekir. Ünlü soul, blues ve R&B klavyecisi Billy Preston, 60’ların kült grubu Beatles’la 1962’den, grubun dağıldığı 1970’e kadar birlikte çalışmıştır. Preston Beatles’la yaptığı çalışmalar sırasında, gruba sağladığı katkılar nedeniyle Beatles’ın bir anlamda 5. elemanı gibi kabul edilmiş ve basında “the fifth Beatle / Beşinci Beatle” olarak lanse edilmiştir(2). Preston, grubun dağılmasından sonra da Ringo Starr ve yakın dostluğu ile kendisini gruba kazandırmış olan arkadaşı George Harrison’a da solo çalışmalarında eşlik etmiştir.

Blues ve soul müziklerinin kral-kraliçeleri de Billy Preston’ın çalıştığı kişiler arasında. Eric Clapton, Ray Charles, Aretha Franklin ve Sly Stone gibi efsanelerle birlikte, Elton John, Nat King Cole, Sammy Davis Jr., Bob Dylan gibi büyüklerle de bir çok performansı bulunmaktadır.

70’lerde Rolling Stones’la da piyanist Nicky Hopkins’in yanında “Sticky Fingers”, “Exile on Main Street”, “Goats Head Soup”, “It's Only Rock'n Roll” ve “Black and Blue” albümleri için çalmış olan Billy Preston, ölümünden yaklaşık bir ay önce ve oldukça hasta olmasına rağmen, son konserlerinden biri olarak Red Hot Chili Peppers’ın 9 Mayıs 2006’daki Stadium Arcadium konserinde yer aldı. Müzik dünyası, bir çok müzisyenin gıpta edeceği şekilde yaşamının sonuna kadar sahnelerde olan klavye ustası Preston’ı 6 Haziran 2006’da ABD’nin Arizona eyaletinde kaybetti.


Basta Marcus Miller…

Temmuz’da İKSV’nin festivalinde çalan bir başka usta daha… Ön grup olarak kendisine eşlik eden (… ve az kalsın kendisini gölgede bırakacak olan) soul grubu Power of Tower’la birlikte İstanbul’da izlediğimiz ünlü basçı Marcus Miller da bir çok müzisyene “sideman” olarak destek vermiş kişilerden. Miller’ın müziğine katkıda bulunduğu kişiler arasında, bir çok şarkısını birlikte yazdıkları kendisine eşlik ettiği R&B şarkıcısı Luther Vandross, “Legend” adlı grupta birlikte çaldığı Eric Clapton, rapçi LL Cool J ve hatta Frank Sinatra bile var.

Sitesindeki S.S.S. köşesinde Miller, kendisine stüdyo müzisyeni olarak neler yaptığı sorulduğunda; “yaptığım işlerin %80’i yazılı müziğin seslendirilmesi. Özellikle Dave Grusin [piyano], Bill Eaton (saksafoncu Grover Washington Jr. ve besteci/perküsyoncu Ralph MacDonald’ın aranjörü), Bob James [piyano], (ölmeden önce) Arif Mardin ve Leon Pendarvis (Roberta Flack, TV programı Saturday Night Live, ve ABD’de gösterime giren bir çok reklâm müziğinin aranjörü)’ten oldukça detaylı partisyonlar geliyor. Çevremdeki basçıların çoğu kulaktan öğrenmiş olduklarından nota okumada genelde sıkıntı çekiyorlar. Bense 10 yaşında aldığım klasik klarnet eğitimim sırasında kazandığım nota okuma becerim sayesinde hem bana verilen stüdyo işlerini kolaylıkla yapabiliyor, hem de ilk kez bana verilen bir partisyonu okuyarak canlı olarak çalabiliyorum”(3) diye yanıt veriyor.

Marcus Miller’ın Miles Davis’in ekibinde de 1980-1990 yılları arasında çalmış olduğunu hatırlatmak gerek.

Popüler müzik türlerinin çoğunda, aslında belli-belirsiz bir imece usûlü hakim. Bir çok müzisyen kendilerini bireysel olarak belli alanlara konsantre ederken, çalışmalarını bu yönde ilerletirken, çevresinden ya da profesyonel kanallar aracılığıyla başka müzisyenlerden destek alıyor. İşin güzel tarafı müziğin özünde saklı: bir müzisyenin diğerine verdiği örneğin bir enstrümancılık desteği çoğunlukla basit bir “gelip çalıp parayı sayıp gitmek” ilişkisinden öteye geçiyor. Bu insanlar biribirlerine fikirlerini söylüyor, biribirlerine vizyon katıyor ve her bir iş birliğinden sonra tüm katılımcılar bir sonraki çalışmalarına daha aydınlanmış şekilde başlıyor. Kimi diğerinin çalışma anlayışından esinleniyor, kimi diğerine performansı sırasında kullanabileceği birkaç basit numara öğretiyor… fakat en güzel kısmı, en usta müzisyen bile bir şekilde birlikte “iş” ürettiği, müzik ürettiği, gösteri ürettiği yeni bir diğer müzisyenden (ve hatta prodüktör ya da ses teknisyeninden, kim bilir, belki de ışıkçıdan) yeni bir şey öğreniyor. Tüm bu yukarıdaki insanların kendi “fildişi kule”’lerine çekilmektense ömürleri boyunca başka müzisyenlerle çalışmalarının asıl nedeni bence bu. Para mı? O tecrübeden sonra ikinci sırada gelmeli…

***

(1) http://www.rolandus.com/community/insider/artists_articles.aspx?ArticleId=17

(2) “5. Beatle” ünvanı, grubun resmî olarak yaptığı bir adlandırma olmaktan çok, dönemin basınının Beatles’la yoğun şekilde çalışan belli bazı müzisyenler için kullandığı bir terimdir. Kaynaklar anonim olsa da, bu ünvanı taşıyan dört müzisyenden bahsedilir: Bunlardan ilk ikisi grubun gitaristi George Harrison tarafından, Preston’la olan yakın dostluğuna rağmen bir basın söyleşisi sırasında “yalnızca” Derek Taylor ve Neil Aspinal olarak belirtilmiştir. Başka kaynaklara göreyse diğer iki 5. Beatle Tony Sheridan ve Billy Preston’dır.

(3) http://www.marcusmiller.com/faq.html?category=4&faqid=142&color=6 (çeviri ve özetleme: Soumneal)

Soumneal

03.08.08

soumneal.blogcu.com

Hiç yorum yok: