29 Ağustos 2009 Cumartesi

Gran Torino ve Özel Olmak Hakkında


Bir araba; üzerine şarkı yazılmışsa, birileri için bu kadar anlamlıysa, artık “özel” diye nitelenmeyi hak ediyordur. Bir makine bile, bir kere bu sıfatı kazanmışsa bir takım canlıların gözünde, bunun artık “daha”’sı, “çok”’u ya da “en çok”’u da olmamalı. Benim bisikletimle, Walt Kowalski’nin Gran Torino’sunun, Güniz Tanılmış’ın Portakal’ının ya da Michael Knight’ın Kara Şimşek’inin biribirinden daha fazla özel olması pek mantıklı olmasagerek. Gönül işi bu; Angelina Jolie’yi hayranlıkla takip eden milyonlarca kişinin arasından tek bir kişi için o, kendi sevdiğinden daha mı özeldir? Sanmıyorum.

Öte yandan, üzerilerine ne kadar anlam yüklenmiş olsa da, öyle zaman geliyor ki cansız nesnelerin insanlardan farklı olarak, taşıdıkları bağın koparılarak, bir başkasına devredilmesi gerekebiliyor. 72 doğumlu zeytunî spor kasa Ford Gran Torino da kendisine aşkla bağlı olan yetmişini geçkin sahibi Kowalski ile böyle bir yol ayrımına eninde sonunda geleceğini, belki de biliyordu. Mahallelinin ve züppe torununun hasetçe ağzının suyu akarak seyredip durduğu güzel araba; eninde sonunda bir “dünya malı” olduğunu hatırlamalı ve ona sahibi tarafından, ama yine de çöplüğe atılmadan, onun varlığından kendisi kadar büyük mutluluk duyacak yeni bir sahibe devredilmesine razı olmalıydı. Sonunda bir metal-yağ karışımı olan araba; olumlu (ve bazan da olumsuz) duyguların kendisi üzerinden ifade edildiği tam bir araçtı aslında.

Galiba Clint Eastwood’un canlandırdığı Walt Kowalski, kendi bedenine de arabasına karşı olana benzer bir davranış gösterdi. Tamam; bir çok kişinin yaptığı gibi, Kowalski de arabasına “kız” gibi bakarken kendi bedenini, akciğerlerinden kan gelene kadar hor kullandı. Fakat, pişmanlıklar ve vicdan azaplarıyla dolu geçmişiyle birlikte artık o bedenle yaşayabileceği bir şey kalmadığına karar verdiğinde, yine bunu da çöpe atmayarak, arabasına benzer bir devir işlemi gerçekleştirdi. Arabanın ya da Kowalski’nin hep dimdik yürüyen bedeninin ne değişim geçirdiği (ya da geçirmediği), sonlarının ne zaman geleceği, ne olacağı bir yana; her ikisinin de bir mutluluğun, huzurun kendilerinden sonra başkalarında da olsa devamı için birer sembol haline gelmesi önemli aslında. Aklı olmayan boyalı bir çelik parçası böyle evrensel bir olaya aracı olurken, ne yazıktır ki bir çok kanlı-canlı insan bedeni sadece birer otobüs gibi yükünü taşıyor, ömrü bitince de hiçbir kalıcı anlam ifade etmeden çürüyüp yok oluyor.


Çok küçükken yazları anneannemin yazlığında geçirirdim. Her gün öğlen sıcağı başlamadan önce, kahvaltım biter bitmez anneanneme dırdıra başlardım: “anneanne aaba!”. Kadıncağız evinin bulunduğu sitedeki çocuk parkı, plaj, deniz gibi yerlere değil de, benim tutturmam yüzünden her Allah’ın günü elimden tutup, beni gezmeye diye otoparka götürmek zorunda kalırdı. Daha beş yaşındaki bir çocuk arabaların arasında hayran hayran dolaşıp tek tek markaları, modelleri dili dönmeden söylemeye çalışırken; araçların arasında kendi kendine tek başına dolaşıp konuşan kadıncağızın ne yapmaya çalıştığını uzun süre kimse anlayamamış. Komşular sağ olsun, bir süre sonra deli olanın anneannem değil de benim olduğum haberi yayılınca duruma bir anlam verilebilmiş. Arabalara teker teker dokunup, tozuna kirine aldırmadan tamponlarını öpmeye çalışmam da ne yazık ki günlük rutinlerimizden biri olmuş uzun zaman.

Beş yaşındaki çocuğun kendi arabası olmasının ne demek olduğunu düşünememesinden olmalı; o zamanlar benim için belirli bir araba değil, bütün arabalar, bütün model ve renkleriyle özeldi. Bu yüzden teker teker hepsini tanımaya çalışırdım sanırım. Halâ da sokaklarda dolaşan, şahsen tanışmadığım ama sîma olarak bildiğim bir çok araba, bende değişik duygular uyandırır. Aklıma hep o arabaları çizen tasarımcılar gelir. Hesabına çalıştığı firmalar tarafından kendilerine verilen katı standartlara uyarken bir yandan da yaratıcılıkları betonun arasından inatla fırlayan yeşil bitkiler gibi kendini gösterir. Arabaya bir yüz, bir gövde; hatta bir de popo bile çizerler. Tepelerinde bulunan onca ukalâ yönetici ve mühendise rağmen bir şekilde gönüllerinden geçene en yakın şekli ortaya çıkarırlar ve bütün bu kavgadan sonra bir gün caddede dolaşırken bir şey geçer yanlarından! Birkaç yıl önce ancak kağıtta, kil makette ya da bilgisayar ekranında kendi elleriyle hazırladıkları şekil, ete-kemiğe olmasa da bir şekle bürünmüş, mırıldanarak (ya da gürleyerek) yanlarından geçiyor. Belki sahibinin bile beğenmediği, kimsenin önemsemediği o sıradan, ekonomik sınıf aile arabası bile o kadar sanayi ve ticaret curcunasının arasında en azından bir kişinin bir damla da olsa duygusunu, yaratıcılığını taşıyor. Bu ilginç gerçek o sıradan, fabrikasyon makinelerin herbirinin gözlerinde parlıyor aslında.

İsmi ister fabrika tarafından, ister alıcısı ya da eliyle yapan tarafından konulmuş olsun; her makine, üretiminin bir yerinde insanî bir histen payını alır ve bu onu özel yapar. “Özel” olan nesnelerin, olmayandan tek farkı, insana insan olduğunu hatırlatması. Bunu keşke herkes görebilse…

***

Hiç yorum yok: